MAYIS 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

Last year

Mayıs 2024
P S Ç P C C P
« Haz    
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  
MAKALELER

Yaz geldi. Şimdi her yerde önerilerle karşılaşıyorsunuz. Size iyi gelecek öneriler. Kendinizi iyi hissedeceğiniz, mutlu olacağınız, eğleneceğiniz, dinleneceğiniz yerleri, şeyleri göreceksiniz gazetelerde, dergilerde, televizyon kanallarnda. imkânınız elverdiğince aralarından seçip yapacaksınız bazılarını. Bu yazın trendlerini de takip edeceksiniz. Yeni ayakkabılar, yeni elbiseler, yeni mayolar alacaksınız. Yaşamınızı daha iyi kılmaya çalışacaksınız. Sağlıklı tüm bireyler gibi bunları isteyeceksiniz. İstemelisiniz de. Arzularınızın ve dileklerinizin yerine gelmesini dileyeceğim sizler için. Diğerlerini asla küçümsemeden ben de size farklı önerilerde bulunsam. Kimisi belki çok sıradan olacak sizin için. Kimisi size belki fazla romantik, belki fazla sert, belki saçma, garip, anlamsız gelecek. Gelsin de istiyorum. Keşke becerebilsek de daha önce dokunmadığınız bir yerinize dokunabilsek.

Sağ elinizle sağ dirseğinize dokunmaya kalkın. Bunu asla yapamayacaksınız. Bu kadar birbirine yakın olmalarına rağmen onları kavuşturamadığınız üzerine düşünün.

Eğer sürekli bilgiye dayalı kitaplar okuyorsanız tam tersini yapın. Bir kurgu okuyun, bir roman veya hikâye kitabı mesela. Bir şey öğrenmeye çalışmamaya çalışın.

Haftada birkaç gün uğrayıp bir şeyler aldığınız büfedeki adamın adını bilip bilmediğinizi düşünün. Bilmiyorsanız öğrenin.

Taksiye veya otobüse bindiğinizde şoförün nasıl bir hayatı olduğunu, kaç çocuğunun olduğunu, neler yaşadığını ne gibi bir geçmişi, ne gibi acıları olduğunu düşünmeye çalışın. Onun da çocukluk fotoğraflarının olduğunu, annesi ve babası olduğunu veya olmadığını hayal etmeye çalışın.

Birine bir şey öğretin. Ve birinden bir şey öğrenin. Bunu isterseniz, mutlaka fırsatınız olacaktır.

Bulunduğunuz şehirde hiç gitmediğiniz bir semti ve neden hiç gitmediğinizi düşünün. O neden üzerine bir daha düşünün. Ve oraya gidin.

Bir kahveye gidin. Bir saat kadar durun. Başka bir şey yapmadan durun. Telefonla da konuşmayın. Öylece durun.

Önünden her gün geçtiğiniz ya da bulunduğunuz şehirde olduğu halde hiç gitmediğiniz önemli bir tarihi yapıyı ziyaret edin. Yurtdışına geziye çıktığınızda gittiğiniz şehrin önemli yerlerini görmek isterken neden kendi yaşadığınız yerde bunu yapmadığınızı düşünün.

Kısıtlı zamanların sizi nasıl harekete geçirdiğini, oysa kısıtlı olmadığını zannettiğiniz için ne çok şeyi ertelediğinizi düflünün.

Hayatınızın sonlu olduğunu düşünün. Sevgilinizin gözlerine bakıp onun hastalanabileceğini, ölebileceğini, onu bir gün göremeyeceğinizi hayal edin.

Bir gün değiştireceğim, bir gün bunun içinden çıkacağım dediğiniz şeylere bakın. Aslında çok vaktiniz olmadığını düşünün.

Gün içinde ezan sesi duyuyorsanız kulağınızı kabartın. Bazen bunlardan biri salâ sesi olabilir. Eğer cuma salâsı değilse birisi ölmüştür. O birisini düşünün. Eğer yetişebilirseniz tanımadığınız o kişinin cenazesine gidin. İnanan biriyseniz cenaze namazını kılın.

Uzak yakın bir tanıdığınızı kaybederseniz onun cenazesine gidin. Sonra mezarlığa kadar eşlik edin onun gidişine. Tabuta omuz verin, üzerine bir kürek toprak atın.

Mahallenizdeki esnafa selam verin.

Bir rüyanızı not edin. Kimseye anlatmayın. Üzerine düşünün.

Bir gün boyunca aklınızdan geçen önemli önemsiz birçok düşünce ve duyguyu en yakınınıza söylemeye çalışın. Söyleyemediklerinizin, eğip büktüklerinizin neler olduklarına bakıp üzerine düşünün.

“Aslında şu an ne hissediyorum?” diye sorun kendinize. Cevaplarınızın düşünce değil duygu olmasına dikkat edin.

İster şehir içinde ister şehir dışında yola koyulun. Nereye gittiğinizi bilmeden gidin. Beyniniz size sürekli soracaktır nereye gittiğinizi. Onunla biraz kavga edin.

Yakın bir dost grubuyla evde oturup her biriniz gözlerinizi bağlayın. Ve görmeden sohbet etmeyi deneyin.

Çocukken yapabildiğiniz ama fiziksel bir engeliniz olmadığı halde artık asla yapamam dediğiniz bir şeyi yapmayı deneyin.

Kullanmıyorsanız eğer bir toplu taşıma aracına binin.

Evinizdeki bazı eşyalara, objelere bakın. Size nasıl bir his verdiğini anlamaya çalışın.

Kendi portrenizi çizmeye çalışın.

Ölene kadar mutlaka yapmak istediğiniz şeyleri ve asla yapmayacağım dediğiniz şeyleri yazın. Asla yapmam dediğiniz ne kadar çok şey olduğunu görün.

Söyleyegeldiğiniz bir yalanı sonlandırın.

Bir arkadaşınıza, onun sevdiğiniz ve öfkelendiğiniz bir yönünü söyleyin. Öfkelenmeyin, öfkelendiğinizi ifade edin. Bir biçimde borçlu olduğunuz birini hatırlayın, onunla helalleşin. Birkaç arkadaş biraraya gelip sadece on beş dakika konuşmadan durmayı deneyin. Ve ne hissettiğinize bakın.

Çağın en garip hallerinden biri: duygusallığın ardına saklanan gerçek ‘duygu’lar. Bolca duygu dolu lafın, ‘şiirimsi’nin ortada gezindiği bir dönem yaşıyoruz. Slogan düzeyinde aşkla ilgili aforizmalar, yurt sevgisi ile ilgili abuklamalar. Rollo May çağın bireylerini güzel tanımlıyor: “Sorunları hakkında kıyamet gününe kadar konuşabilecek kişilerdir ve genellikle deneyimli aydınlardır; ancak gerçek duygularını yaşayamazlar.”

Etrafınıza bir bakın. Gerçek duygulardan -güya- duygusallıkla kaçanları ve duygularını duygusallıkla örtenleri göreceksiniz. Onları, bir kısım çok seviyor. Medyanın en çok kullandığı figürlerden başlayın. Ortalık ağlayan, bağıra bağıra şarkı söyleyen ve konuşan şarkıcı ve türkücülerle dolu. Hüzün pozlu romancılar, içi yanmış tiyatrocular, çenesi titrerken birden bire kreşendo tarzında isyankâr çığlıklar atan “şairimsi”ler… Ve aforizma yiyip aforizma boşaltan köşe yazarları. Bunun üstüne bir de bütün bu -mış gibi duygularla galeyana gelen, gelmiş gibi yapan, gelmekle nemâlanan, gelsin diye oraya toplanmış seyirci…

Bunların özünde şiddet olduğunu hiç düşündünüz mü? Ve bu şiddetin, bu yüksek sesin nasıl gerçeği örttüğünü, konuşulası bir şey bırakmadığını; bizi derinliksiz ve ilişkisiz bıraktığını hiç aklınıza getirdiniz mi? Bu “yüksek sesliler”in, sağduyulu, olgun ve düşünen çoğunluğun sesini nasıl bastırdığının farkında mısınız?

Meselelerimizin gündeme nasıl geldiğine bir bakın. Düşünce düzeyinde konuşabiliyor muyuz? Maalesef hayır. Bize, ya olay lazım ya da kişi. Düşünsel düzlemde tartışmaktan sıkılıyoruz. Derinleşmek istemiyoruz. Okuduklarımızı anlamıyoruz. İçinden slogan ayıklamaya, dedikodu çıkartmaya odaklıyız.

Şimdi “twitter”ımız var bir de. Yüz kırk karakterle sınırlı bombacıklar atmaya çalışıyoruz. Orada da yavaş yavaş şiddete meyletmeye başladık. Çok yakındır “Twit at, izi kalsın,” diye bir meselimiz olacak. Yine Rollo May’den alıntılayalım: “Kitle iletişiminin yabancılaşmış durumunda ortalama bir vatandaş, her akşam oturma odasına gülümseyerek gelen düzinelerce televizyon karakterini tanır; fakat o hiç tanınmaz”. İşte bu kimseyi etkileyemeyen, kimseye dokunamayan isimsiz ve yalnız birey, yabancılaşmasına, “Senin beni görmeni, benim de burada olduğumu bilmeni sağlayacağım,” biçiminde şiddetli bir ses tonu içeren bir çare arar. Bunun için suç bile işleyebilir. Artık nefret edilmek bile beğenilmek kadar değerlidir. Çünkü isimsizliğe, yalnızlığa ve ilişkisizliğe bir çare sunar. Öyle çocuklar bilirim: Annesi babası ona vursun diye yaramazlık ederler. Çünkü tokat yerken de olsa birisi ona dokunmaktadır.

Bilinen, tanınan yani ismi olanların bile bu ilişkisiz ve yalnızlık dolu kalabalıkta öne çıkmak, görünmek, bilinmek için şiddete, şiddetli kelimelere, sloganlara, bağırtılara hatta böğürtülere başvurduğu bir çağda yaşıyoruz. Kimsenin sıradanlığa tahammülü yok. Kimse sıradanlığın içindeki derinliği hatırlamıyor. Hep birlikte daha çok “ben de buradayım”, “lanet olasıcalar ben de varım” demeye çalışıyoruz. Varlığımızı ancak hoyratlıkla işaretleyebiliyoruz. Twitter iyi okunduğunda garip bir sosyal veri deposu gibi. Kendini gösterme gayretinin, düşüncenin veya duygunun önüne geçtiği zaman ortaya çıkan twitler var mesela. Aslında ne okuduğunu anlayan ne de yazdığına inanan; dahası yazdığının ardını arkasını doldurmayan 140 karakterlik bağırtı, çatırtı, gürültü, saldırı ifadeleri var. İyi bakıldığında derdin yazılanla, yazılanın içeriğiyle hiç mi hiç ilgisi olmadığını görebilir mahir bir akıl.

Bir edebiyat dergisi cinsellikle ilgili soruşturma açıp beni yazmaya davet ederken bir metin gönderdi. Metnin sonunda ana soru şöyle dillendiriliyordu: “Türk Edebiyatı ve düşünce dünyası cinselliği yeterince yaşamış ve kuşatmış mıdır? Bir yaygın ve örgün ama o arada özgün cinsellik kültüründen söz etmek mümkün müdür?” Bu sorunun yanıtını kuşatıcı bir biçimde içerecek bir metin kurmaya giriştiğimde aklıma yıllar içinde okuduğum, şaşırdığım başka metinler geldi. Ben de bir yazı yazmaktan vazgeçtim. İki kaynaktan bir derleme yapacaktım hem de hiç yorumsuz (başarabildiğim kadarıyla yorumsuz) bir derleme. Alt alta bazı paragraflar sıralayıp, okura bırakacaktım gerisini.

Bunu yaparken özellikle tırnak içinde bilimsel olan metinleri niye seçtim? Çünkü bir taşla iki kuş, hatta üç kuş vurmak istiyorum. Böyle yaparak soruşturma konusuna yaklaşacağım. Sonra metinlerin yazıldıkları dönemin cinsellikle ilgili bilimsel (?) gerçeklerini okura sunacağım. Bir de art niyetim var! Son yıllarda edebiyat adına iş üreten, roman, öykü yazan bir kısım yazar arkadaşımızın, yazdıkları kurgusal metinleri sunarken bilimsel, tarihsel, bilgisel kaynaklara yaslandıklarını görüyoruz. Ve kurmaca metinler medyanın da etkisiyle tarihsel, bilimsel gerçekleri sunan yapılar haline gelmeye başladı. Ve araştırmacı gazeteciler gibi araştırmacı romancılar, öykücüler, hatta şairler türemeye başladı. Bu yazıda sunacağım örneklerin o dönemin bilimsel kaynakları olduğunu söylemiştim. Şimdi bu araştırmacı edebiyatçılara diyorum ki: Edebiyat bir sanattır, edebiyat bir kurgudur. Dolayısıyla bilimsel ‘gerçek’leri temel almaz, onun çok daha ötesine bir uzanımdır, uçuştur, hatta karşı çıkıştır. Temel aldığınız ve romanlarınızı savunmak için yaslandığınız kaynakların aşağıdaki örneklerin düştüğü hale düşme olasılıklarını unutmayınız. ‘Gerçek’le sınırlı bir edebiyat kendi gerçekliğini oluşturamaz zira. Eğer edebiyat ‘gerçek’ diye sunulanın ötesine geçemezse hiçbir zaman ‘yaşamak, kuşatmak, kültür oluşturmak’ noktasına gelemez. Octavia Paz Çifte Alev-Aşk ve Erotizm adlı kitabında “Aşktaki büyük değişimler, edebiyat akımlarına koşut gider. Edebiyat onlar için yolu açar, onları çekip çevirerek yüce idealler katına yükseltir.” diyor.

Elimizde iki kaynak var. Birincisi Mazhar Osman’ın 1935 basım tarihli Akıl Hastalıkları kitabı. Diğeri yine Mazhar Osman’ın Tababeti Ruhiye kitabının 1941’de yayınlanan üçüncü baskısı. Her iki kitaptan da cinsellikle ilgili bölümlerden bazı alıntılar yapacağız. Adı geçen kitapların şimdinin Psikiyatri ‘Textbook’ u denilebilecek özellikte, yani bilimsel ders kitabı niteliğinde olduğunu tekrar etmek istiyorum. Bir not düşmek gerekirse: Yazım hataları da Mazhar Osman’dan kaynaklanmaktadır. Ben sadece bazılarının günümüz Türkçe’siyle karşılıklarını parantez içinde veriyorum:

 

İstimna (yani mastürbasyon)

İstimna gençlerde bir çok fenalıkların sebebidir. Evvela hastanın bedeni ve manevi sıhhatine fena tesir eder, zafiyetten gözünün etrafı siyahlaşır, bakışları koyun gibi olur, kolaylıkla vereme yakalanırlar. Sinirli, hırçın olurlar.”

“Mütereddîlerin (soysuzlaşmış) bazıları onanisme’den o kadar keyiflenir ki… hatta böyleleri el yardımına muhtaç olmaksızın da resimlere baka baka menilerini akıtırlar… bazıları tahayyül (hayalde canlandırma) ile şehvetlenir, menileri akar. “

“Kadınlar arasında mihbeline kadîb (erkeklik organı) şeklinde bir şey sokarak şehvetini getirenler çoktur. Genç kızların çoğu tenasül kısımlarına dokunmaktan değil, bakmaktan bile utanır. Fakat yüzü yırtılmış kızlar, bızırlarını (klitoris) kaşımaktan veya kaşıtmaktan zevk alırlar”

Edep Yerini Teşhir (yani Exhibisyonizm)

“Bazı soyu bozuklar, kadınlara imzasız mektup yazarak kadiblerinin cesametini ve şeklini methettikten sonra, nasıl kadının tenasül uzvuna sokacağını kaba kaba tarif ve tasvirden zevk alırlar. Şaşılacak bir nokta bu kepazeliği yapanların çoğu aslen utangaç kimselerdir. Buna da ruhi kız bozma denir.”

Fetişizm

“Son zamanlarda diğer bir fetiş aldı yürüdü: Kimi erkek kır saçlı ve saçlı kadına, kimi kadın saçlı erkeğe bayılır.”

 Mazlum Sevgi (yani Mazoşizm)

 “Mazohistlerin çoğu kadındır. Zaten kadın ruhu mazohistliğe mütemayildir. Kadınlar kendilerine her ne derse yapan, isteklerine boyun eğen kılıbık erkeği sevmezler. İsterler ki başlarını koyacakları göğüs metin, sarsılmaz, hatta korkunç olsun. Akşamları etrafına korku ile saygı saçarak eve girecek koca ararlar. Çok defa karı koca arasındaki kavgaların sebebi kocanın münasebetsizliği değil, kadının ezilmek hırpalanmak, fena muamele görmek arzusudur. Erkeğini köpürmüş kudurmuş gördükçe şehvetleri artan kadınlar pek çoktur.”

Tersler (yani Eşcinsellik)

Mazhar Osman bu bölüme Tersler diye başlık atıyor ve sonra da homoseksüellerden söz ederken homoseksüel kelimesi yerine puşt kelimesini tercih ediyor!

“Puştluğun bir kısmı muvakkatdır (geçici). Mani kalkınca bu gayri tabii meyil de kalmaz. Kışlalarda, gemilerde, bilhassa mektepliler arasında kadından mahrum yaşamak, soyunurken vücutlarını görmek birbirlerine karşı şehvet hisleri uyandırır ve tavizi istimna makamında aletlerini uylukları veya ilyeleri (kıç) arasına, hatta şerç (anüs) içine sokarak münasebette bulundukları vaki olur. Vakıa bu da esasen mevcut marazi bir tohumun intaşından (filizlenme) başka bir şey değildir.”

“Puştlar daha çocukluğunda bu cihete meyil ve istidatlarını gösterirler… tarihteki örneklerini anan, onunla öğünen, hiç olmazsa teselli bulan puştlar vardır. Halbuki dahilerin çoğu tabii adamlardır, puştlukla münasebeti yoktur. Bir dahide böyle çirkin bir kusur görülmesi kemalinden ziyade bozukluğuna delalet eder.”

“Puştlar tabiilikten yüz çevirmiş adamlar olduğu için tereddinin(soysuzluk) sair nişaneleri: yalancılık, serserilik, sebatsızlık, korkaklık, hayasızlık gibi kusurlarla çok yüklü oluyor.”

Sevicilik (yani Lezbiyenlik)

“birbirlerini öpmekle, dillerini emmekle, memelerini koklamakla, bızırlarını birbirlerine sürtmekle tenasüli iştihalarını tatmin ederler. Bu işlerde sevici kadın, erkek rolünü yapar, üste çıkar, yahut büsbütün hırslanır, dilini sevdiğinin fercine sokar, ya zıbık denilen kadib şeklinde bir aleti sıcak su ile doldurduktan sonra bacakları arasında tespit eder ve genç kadının fercine sokar.”

“Kızların, kadınların pekçoğu ruhen sevicidir de dalâletinin (doğru yoldan sapma) farkına varmaz. Mektep arkadaşını çıldırasıya sever tersliği aklına gelmez. Çoğu ahlaktan temiz kalır da…”

Yaşlı Azgınlığı (?)

“Sönmekte olan ateşin son kıvılcımları ile adet kesimi zamanında, ihtiyarlıkta şehvetin marazi surette şiddetlenişidir.”

Kıyafet dalâletleri ( yani transvesti(ti)sm)

“Hele şimdiki gençler arasında bıyık ve sakalları tıraşlı, dudakları göz kapakları boyalı, saçları uzun ve pomatalı, tırnakları cilalı olanlar çok var, yine hanımlar arasında erkek gibi geyinen, sigara içen, spor kulüplerinden ayrılmayan pek çoktur. Bunlar hiçbir vakit ters değil transvestitittir. Belki bu da hünsâlığın (erdişi, hermafrodit) hafi (gizli) şeklidir.”

 

Okuduklarımız görece olarak eski metinler. Ya yeniler nasıl sanıyorsunuz? Psikiyatrinin uyguladığı DSM (Diagnostic and Statistical Manual) diye bir sistem var. DSM, Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından ortaya konan, hastalıkların sınıflandırılması, tanımlanmasına ilişkin kutsal kitap! Cinsel işlevle ilgili olarak da biz ne yazık ki Amerika’nın kendi iç kültürüyle yarattığı ve sonra da egemen kültür olarak bize de dayattığı bu sınıflandırmaya endeksliyiz. Oysa bu bize ne denli uyabilir, uyarlanabilir? Bizim cinsellik kültürümüz Amerika’ya uyabilir mi? Bu ölçütlerle bizim insanımız değerlendirilebilir mi? Peki DSM gibi günümüz egemen ideolojisinin yaratıp dayattığı bilimselliğe, tırnak içinde gerçekliğe yaslanan bir sanat, edebiyat ve kültür olabilir mi?

Bir başka sorun da kendi kültürümüzü bir Batılının gözüyle, gözünden, görmek istediği gibi tanımlama gayreti içinde bir edebiyat anlayışıdır. Bu toprakların tüm cinsellik macerasını harem içine hapseden bu tür yapıtlarla karşılaştığımda günümüz Türkiye’sinin insanlarını bile fesli gösteren bir Hollywood filminde hissediyorum kendimi. Eğer Nobel’e giden yolda böylesi bir kendinden uzaklaşma ve körlük varsa Nobel de DSM olmuş demektir. “Türk Edebiyatı ve düşünce dünyası cinselliği yeterince yaşamış ve kuşatmış mıdır? Bir yaygın ve örgün ama o arada da özgün cinsellik kültüründen söz etmek mümkün müdür?” sorularına bir kez daha, son kez dönersek “Böyle giderse biraz zor.” diye yanıtlayabiliriz. Ve daha ileri gidip Mazhar Osman’ın talihsizce ve anlamsızca kullandığı ‘puşt’ sözcüğünü bu kez yerli yerince kullanırız.

 

cem mumcu, Hayat Kırıklığı (2006) kitabından (yazının yayınlanış  tarihi 2003)

Zaman, sırlı bir aynanın içinde kendi oyununu oynarken beni nerede tuttu? Yaşam, zamanın içinde benim eğretilenmiş halim mi yoksa? Benim kim bilir ne zaman, ne zamandır ve nereden ve de niçin geldiğini bilmediğim varlığımı boynuzunda taşıyan iri memeli bu yuvarlak, yoksa sonsuz mercekli bir yanılsama mıydı?

Bir tane sandığım, ama asla bir tane olmak istemediğim kendim, biricikliğimi niye çoğunluğa hapsetmek istiyor ki? Neden hem özel hem tek olmak, hem de çan eğrisinin içinde kalmak isteği bu denli çelişik dururken ayaklarım dolanıp düşmüyorum? Niye diğerleri de kendileri düşmemek için beni tutuyorlar ve ben niye onları? ‘Onlar’ın içinde olmanın güvenini bu kadar gereksinirken, niye hem de farklı olmak istiyorum? Ve de niye boynum vurulasıya farklı olmayı göze alamayacak kadar ılık bir kazanda piştiğimi sanıyorum?

Ne olduğuma, kim olduğuma, nasıl göründüğüme, koktuğuma, ellendiğime dair bilgilerse beni var eden sadece, ben gerçekten var mıyım? Varlığım niye bilgiye ipotekli? Bir ya da daha fazla sembolle tanımlanmamın arasındaki fark ne? Ben aslında varlığa doğru gayret içinde bir ‘yok’ muyum? Yokluk da ancak varlığın olmayışıyla tanımlandığına göre, ‘var’ın da ‘yok’ kadar yok olduğunu, üstelik ‘yok’a gereksinim gösterecek denli güçsüz olduğunu söyleyebilir miyim?

Kentlerin, içime doğru uzanan, saplanan yolları neden bu kadar kalabalık? Ben diğer şeylere kıyasla mı ‘ben’im? Onlarla sınanmadığımda, benim ben olduğuma dair bir işaret kalmaz mı?

Öyleyse neden kentten uzaklarda, kendime dair işaretlere yaklaşıyorum? Ve neden orada buluştuğum işaretler, kentteki görüntüme eklenemiyor? Hatta eksilmeye, dışarı çıkmaya, çıkarılmaya, kusulmaya yöneliyor?

Sıfatlar özneleri bu denli gölgeliyorsa, eylemlerimin sahibi de ben değil miyim? Aşık olunan sıfatlarımsa ve aşık olduğum da sıfatlarsa, özneler arasında yaşananların gerçekliği güvenilir mi?

Aklımın zehrini fark ettim. Zehirsiz bölgenin tehlikesini göze aldımsa da, yasağını delemedim. İtiraf ediyorum. Ben artık tanımladığınız ‘ben’im ve de başka  hiçbir şey…

cem mumcu

 

Yalom’un önemli bir saptaması var: “Bugünün bireyleri bastırılmışlıktan çok özgürlükle başetmek zorundalar.” Rollo May, ‘Aşk ve İrade’ kitabının özellikle aşk bölümünde meseleyi enine boyuna ve sapasağlam biçimde anlatıyor. Üzerinde çok durulması, iyice açılması gereken bu hali ve sonuçlarını o denli fazla görüyorum ki… Ve fakat bütün okların başka bir yönü gösterdiği bir yerde, maalesef hem anlatması hem de anlaması zor görünüyor. Ve hatta yerine koyduğum önerinin eskiye dönmek olduğunu düşünmek gibi yalınkat bakışlar, yorumlar ve itirazlar da oluyor. Bir zamanların cadı avcıları şimdinin avcı cadıları olmuş görünüyor. Oysa yeniden başka bir bastırma süreci içindeyiz. Özgürlük insanı bastırır mı?

Önce yaşamına bakıp sağlam bir içgörüyle geçmişini anlatan bir kadının size söyleyecekleri var. Bu mektubu yazmasını ben rica ettim kendisinden : “Hayattan beklediğim ne varsa, hepsine ulaşmak için yoğun bir çaba sarfediyordum. Ulaşamadıkça hırsla boğuluyordum. Çabam, beni peşinden sürükleyen bir hayvana dönüşmüştü. Hırpalanıyor, parçalanıyor ve ard arda gelen hayal kırıklıkları yaşıyordum. En çok istediğim şey, sevmek ve sevilmekti. O kadar sabırsız ve o kadar öfkeliydim ki sevgiye karşı, ona sahip olmak bir savaşçı olmayı gerektiriyordu sanki. Yakıp yıkmak gerekiyordu. Kalbimin ne istediğini biliyordum ama bu isteğime uygun eylemler ne ise, ben tam tersini yapıyordum. Sonsuz aşkı arayan bir kadın gibi sağlam ilişkiler kurmaya çalışmak, gerekirse yıllarca beklemek yerine; aşkı değersizleştiren ve duygudan yoksun ilişkiler içinde mucize olmasını bekliyordum aptalca. Bugün, aşkı istemek, onun için beklemek, başka hiçbir şeye şans vermemek; zayıflık… Kimse kimseye söyleyemiyor asıl aradığının bu olduğunu. Söylersem, herkes kaçar etrafımdan, yapayalnız, daha da yalnız, daha da terkedilmiş olurum. En değerli olanı değersizleştireyim de bitsin şu karın ağrısı. Aşk için umutlanmaktansa, onu yok edeyim de bitsin.Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu korkaklığın ve savurganlığın hiçbir şekilde ayıplanmadığını görüyorum. Ayıplamak bile ayıpmış. Aksini iddia edecek kimse yokmuş. Herkes, yalnızlıktan korktukça daha da yalnız kalmış. Aşkın yokluğu, yalnızlığı gerektirir oysa ki, oyalanmayı kabul etmez. Onu istiyorsam, o gelene kadar hiç korkmamalıydım.”

Bu aralar ne çok karşılaşıyorum sağlam ve düzgün bir ilişkiyi arzulayıp bunu istiyormuş gibi görünmekten kaçınan, hatta tam tersini istiyormuş gibi davranan kadınlarla. Garip değil mi? İnsanın asıl istediğine bakmaması ya da bakıp gördüğü halde ifade edememesi. Dahası yaşamını arzu ettiği biçimde sürdürmeye dönük eylemler yerine başka bir biçime mahkum kalması. Kendini buna mecbur hissetmesi.

Bazen dostlarıma soruyorum ve diyorum ki: “Bak burası hem havaalanı hem otogar hem liman ve aklına ne geliyorsa. Söyle nereye gitmek istiyorsun, Amerika’ya mı, Nepal’e mi? Yoksa bir dağa mı tırmanacaksın? Bir gemiye mi ihtiyacın var, bir eşeğe mi? Hatta bak bana. Dön ve bak bana. Ben senin eşeğinim. Gitmek istediğin yere gidebilecek bir binek miyim gerçekten? Öyleyse bin sırtıma. Yoksa bence vakit kaybetme benimle. Ama bir karar vermelisin. Hem Miami’ye hem de Bangkok’a aynı anda gidemezsin. Karar vermelisin ve verdiğin kararın sorumluğunu alıp bir şeyleri kazanıp bir başkasından vazgeçmek durumundasın.”

Psikanalist Dr. Allen Wheelis güzel anlatıyor konuyu: “Bazı insanlar dörtyol ağızlarında oturur, aynı anda ikisine de giremedikleri için iki yola da giremezler, orada yeterince uzun süre otururlarsa yolların sonunda birleşeceği ve böylece her ikisini seçmenin de olası hale geleceği yanılsamasının tadını çıkarırlar. Olgunluk ve cesaretin büyük bir kısmı böylesi feragatlerde bulunabilme yeteneğidir ve aklın büyük bir kısmı da insanın mümkün olduğunca az şeyden vazgeçmenin yollarını bulma yeteneğidir.”

Kararlarımız olasılıkların azaldığına, sınırlılığına vurgu yaptıkları için bir anlamda kayıp ve ölüme yakındır. Bu yüzden kararlarımız aynı anda kayba ve acıya da teyellidir. Ama bilmeyiz ki acıya, kayba değmeyen yerde aşk yoktur, coşku yoktur hatta hayat yoktur. Vermediğimiz bir nefesi alamayız çünkü.

Ve son olarak yine size özel yazılan o mektuptan bir bölümle bitirelim: “Duygularımızı hissettiklerimizi ifade etmekteki özrümüz… ‘Ne hissediyorsun?’ denildiği zaman düşünsel şeyler çıkması içimizden… Duygularımızı hep bir suçlulukla kapatmamız. Çünkü istemek suçluluk getirir. Duygularımızı da doğru ifade etmeyi beceremediğimiz için sahip çıkamıyoruz onlara. Aşkı istemeye sahip çıkamadığımız gibi. Yollarda kaybediyoruz onu, ya da cebimize sokup saklıyoruz. Duygularımızla olan bağımız kopuk. Sanki hislerimiz Sanskritçe’ymiş, biz de Türkçe konuşuyormuşuz gibi. Anlamıyoruz onları. Korkuyoruz onlardan. Saklıyoruz. Ve diğerleri de bizim gibi oldukça biz de onlar gibi oluyoruz gittikçe.”

Şimdi şunu sormamızın tam yeri: Gerçekten özgür müyüz?