MAYIS 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

Last year

Mayıs 2024
P S Ç P C C P
« Haz    
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  
MAKALELER

Abraham Maslow’un ortaya koyduğu ihtiyaçlar hiyerarşisi sıklıkla bir piramit olarak düşünülür. En temel ihtiyaçlar piramidin tabanında yer alır. Nefes almak, yemek, içmek, ısınmak, barınmak gibi fizyolojik ihtiyaçlardır bunlar. Varsayıma göre açlık içinde birinin daha üst düzeydeki bir arzuya yönelmesi pek olası değildir. Bir üstteki katmanda güvenlik vardır. Eğer kişi kendisini, ailesini ve içinde bulunduğu toplumu güven içinde hissederse bir sonraki katmandaki ihtiyaçları tatmin etmeye yönelebilir. Üçüncü katmanda ait olma ve sevgi gereksinimi vardır. Yani yaklaşık olarak başkalarıyla ilişki kurmak, kabul edilmek ve bir yere ait olmak… Daha da yukarı çıkıldığında saygınlık ve değer gereksinimi vardır ki bu prestij, başarı, yeterli olmak, başkaları tarafından tanınmak ve benimsenmek gibi ihtiyaçları içerir. Piramitin en tepesinde ise kendini gerçekleştirme gereksinimi vardır.

Aslında anlaması çok kolay. “Aç ayı oynamaz” sözünden gidin. İnsan, bir alt katmandaki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, yani kişilik düzeyine geçemez. Birey için o an baskın olan gereksinimler hangi katmana ait ise, kişiliğin gelişmişlik düzeyi de onun tercihinden bağımsız olarak bu gereksinim katmanına karşılık gelen düzeyde olabilir (istisnalar dışında). Yani denmektedir ki: karnını doyurabilen ama ciddi biçimde güvenlik sorunu olan birinin kendini geliştirmeye dönük bir kitabı okuması pek de beklenemez.

Piramitin tepesindeki katmana gelelim: Kendini gerçekleştirme… Teoriye göre kişi ancak diğer ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, kendini gerçekleştirmeye odaklanabilir.

Kendini gerçekleştiren insanların özellikleri nelerdir?

Kendi özelliklerini kabul etme ve demokratik dünya görüşü: Kendini gerçekleştirmiş insanlar, geçmişleri, şu anki konumları, sosyoekonomik ve kültürel düzeyleri ne olursa olsun kendilerini ve diğerlerini oldukları gibi kabul etme eğilimi gösterirler. Suçluluk duymadan ve kısıtlamalardan uzak biçimde, kendilerinden ve hayatlarından keyif alırlar.

Gerçekçilik: Kendini gerçekleştirmiş insanların bir diğer özelliği, gerçekçilikleri. Bilinmeyen veya farklı olan şeyler karşısında korkulu olmak veya yok saymak yerine, mantıklı bakış açısı sergilerler.

Problem odaklı olmak: Yine bu kişilerin, kişisel prensipleri ve sorumluluk bilinçleri gelişmiştir. Gerçek problemlerle uğraşmaktan zevk alırlar ve diğer insanların da hayatını güzelleştirmek isterler.

Doruk deneyimleri: Bu kişilerde sıklıkla doruk deneyimleri olur. Doruk deneyimi çoşku, merak ve huşu yani handiyse dehşetle karışık saygı, zaman ve mekan kavramının unutulması gibi hislerle belirlidir. (Ki bu ayrı bir yazı konusu)

Otonomi: Bu kişiler diğerlerinin mutluluk ve memnuniyet tanımlarına uymak zorunluluğu hissetmezler. Bu otantik bakış açısı, kişinin o ânı yaşaması ve her deneyimin güzelliğini takdir etmesine sebep olur.

Tek başınalık ve gizlilik: Bu kişiler tek başınalıktan (yalnızlıkla karıştırılmamalı) zevk alırlar ve gizliliğe önem verirler. Diğerlerinin dostluğundan zevk alırken, kendilerine zaman ayrımak, kendilerini keşfetmeye önem vermek gibi öncelikleri de vardır.

Derinlikli mizah anlayışı: Kendilerine ve durumlara gülebilirler ama başkalarının duygularıyla dalga geçmezler.

Spontanlık: Açıklık, geleneklere yapışıp kalmamak ve spontan olmak. Genel kabul gören sosyal beklentileri gerçekleştirmek için düşüncelerinde ve davranışlarında kendilerini hapsolmuş hissetmezler.

Yolculuktan keyif almak: Somut bir hedefleri olsa da, olayları başı ve sonu olan şeyler olarak görmezler. Bir şeyi başarmak için çıkılan yol da önemli ve keyiflidir.

Bütün bunlara ne kadar yakınsınız bir bakın. Ve fakat piramidin en tepesini arzu edenlere bir şey söylemeliyim. Orayı var etmek için geçmeyi beklediğiniz alt katmanlara ne gibi yükler ve beklentiler eklediğinize bir daha bakın. Güvenlik veya ait olma gereksiniminiz, sizin için ne zaman tam anlamıyla tatmin olacak? Daha üst katmanı harekete geçirecek doyum halinize ne zaman ve ne ile ulaşacaksınız? Etrafımızdaki bir çok şey, o katmanları iyice büyütüp genişletirken hangi noktada bir üst katmana hazır hissedeceksiniz kendinizi? Dahası size bir sır vereyim isterseniz. Benim bildiğim, gördüğüm, tanıdığım kendini gerçekleştirmiş bireylerin hemen hemen hepsinin temel özelliği alttaki katmanları bir güzel, tıkabasa yaşamış, halletmiş, doldurmuş olmaları değildi. Bir biçimde o katmanları çokca değil anlamlı biçimde doldurmuşlar, hatta bazılarını önemsiz hale getirmişlerdi. Güvenlik gereksinimi katmanını geçmek için kapısında güvenliği olan bir sitede oturmayı veya ölümsüz olmayı beklememişlerdi. Hele hele ait olma gereksinimi içeren katmandan beklentileri hiç de fazla değildi. Zaten bu katmandan beklentisi fazla olan birisiyle piramidin tepesine ait olan özelliklerin nasıl da çeliştiğini anlamışsınızdır.

cem mumcu

Kimi ruhlar çarmıha gerilidir. Kadim yaraları yüzünden yeniden ve yeniden gerilirler her iki koldan birer çiviyle. Birisi paslıdır çivinin. Onu çıkarmak hem zor, hem acılıdır. İki kolun asıldığı ve ruhu geren; gerdikçe çatlatan bu çarmıhın çivilerinden biri arzu, diğeri gereklilik; ya da biri aşk, öteki onaydır çoğu zaman. İçin için yansa da istediği yöne meyletmek için öteki paslı çivi tutar biteviye.

Birini koparmalı, birini sökmelidir. Yoksa daha fazla dayanamayacaktır. Sökülmeye aday olan taraf çoğu zaman yeni çividir. Arzu çivisi, onay çivisinden daha kolay sökülüp atılır. Daha az korkutucudur onu sökmek. Kendini yok etmek de olsa daha az suçluluk vardır o yanda. Eski esarete boyun eğmek yine de çarmıhtan kurtulmak olacaktır çünkü.

Ve fakat yeni bir çarmıh daha vardır: Nasıl yapmalı? Sorumluluk almadan, suçluluk hissetmeden… Kendini yok etmek isteyen, bunun da bulur bir yolunu. Bilir, öğrenmiştir çünkü paslı taraftan bunu yıllar boyu. Hataya zorlar ite kaka taze tarafı. Böylece kendi yapmamış olacaktır olanı biteni; kendi almayacaktır ne suçu, ne de sorumluluğu…

Aslında ortada tek çivi vardır. Geçmişin çivisi… Hiç kopamadığı… O yüzden yerleşemez ruh yeni bir eve, yeni birine, yeni bir ‘biz’e. Ne kadar yerleşse o kadar çarmıh olacaktır. Bilir bunu içten içe… Geçmişin bilindik acısından daha ağır ve fazla gelir özgür ve sorumlu olmanın acısı zira.

İstemese de, istemediği yerde olsa da, istemediklerini yapsa da daha az korkuludur bilindik boyun eğiş ve tanıdık pranga. Zaten yeni olan tarafta da aranan bağlılığın, güven ve aidiyetin aynı zamanda ruhu bağlayan, kıskıvrak eden iplere döneceğinden de korkmaktadır. Kadim olan eski acı ise bilindik olandır aynı zamanda. Zaten hep acıyan, hiç durmadan acıyan… Dahası “Ya çivisiz kalırsam?” der ruh. Kendi özgürlüğünden de korkar çünkü. Sınırlarını hep başkalarının koyduğu bir yaşamdan çıkarsa kendi sınırlarını koyamayacağından korkar. İlle de bir çivi ister koluna, kendi sınırsızlığından ürktüğü için.

Çivi acılıdır. Ama güvenlidir. Çünkü o karar verir, orada durmasına kanata kanata da olsa. “Ya özgür kalırsam?” diye korkar. “Kendim karar vereceğim nerede olacağıma ve de ne yapacağıma.” “Ve o zaman katlanacağım sonuçlarına.” Çünkü bilir ki özgürlüktür aslında sorumluluk gerektiren. Çivi sorumluluk değil zorunluluktur zira. Karar gerektirmeyen bir esarettir. Ne itiraz, ne talep vardır orada. Sadece bir kafesin güvenliği ve bir kaç tane yem…

cem mumcu

 

 

Kafalarımızı açmamız lazım. Kendi kafamızdan başlayarak neyi niye yaptığımıza bakmamız lazım. Kendimizi enselememiz lazım. Çok fena yalana bulandık. Sevişeceğimize seksi görünmek istiyoruz. Okuyup idrak edeceğimize bilgili görünmeye çalışıyoruz. İyi insan olmayı değil, iyi bir insan görüntüsü vermeyi amaçlıyoruz. Görünmek istediğimiz şeyi ‘ol’mayı amaçlamadığımız için üzerimize giydiğimiz kostümü çıkarıp yatağa girdiğimizde kendimizle karşılaşıyoruz. Yatağı bir ayna olanlar endişeyle bakıyorlar kendilerine. Kiminin aynası bile yok; çıplaklığına bile örtü geçirmiş, çarşafın altında yatıyor.

Hrant Dink katledilmişti. Bir tanıdıkla buluşmuştuk akşam yemeğinde. Bütün gün cenazeye, yürüyüşe ve bilumum nümayişe katılmıştı, bana onları anlattı. Sonra durdu ve bana dedi ki: “Neyi savunurdu, nasıl fikirleri vardı?” Ben afallamıştım ki bu kez, “İyi biriydi herhalde değil mi?” dedi. Nasılsa hiçbir fikri yoktu. Bunu anlayabilirdim. Ama hiçbir fikri olmaksızın bu tö- renlere katılması ilginçti doğrusu. Orada görünmenin iyi olması yetiyordu, orada olmanın anlamlarını kavramanınsa bir değeri yoktu anlaşılan. Zaten bu kalabalık sonraları Hrant Dink’e Hrant veya sevgili Hrant demeye de başladı. Her nasılsa artık bir politik duruş, bir insanî görüş de pazarlanabilir bir hale gelmişti. Teşvikiye Camii’nde böyle cenazeler olur. Ne ölenle, ne kendi ölümlülüğü ile herhangi bir bağ kurmayan; bir event’e katılırmışçasına gelenler vardır.

Sosyal Sorumluluk Pazarı

Oysa eylemlerimizin anlamı niyetlerimizle belirlenir. Yaptığımız şeyi niye yaptığımız o şeyin içinin ne ile dolu olduğunu belirler. Algıların gerçekliğin üstünü örttüğü, bütün dünyanın bir pazar ve gösteri alanı haline geldiği bu çağın gözden kaçırdığı budur. Bu yüzden mutsuzluğunun nedenini bile göremiyoruz. Düşlerimizin gerçekliğimizden daha sahici olduğu, ama düşlerimizin bile yorumlarının satılık olduğu bu çağda kavramların da içi bomboş. İyi olmak, iyilik yapmak bile kampanya artık. Sosyal sorumluluk kampanyaları yapılıyor. Bunların da bazıları bizim iyi insan, sorumlu vatandaş olma arzularımızı kullanan bir pazarlama tekniği. Pazarlamacılar 21. Yüzyılda yeni bir para toplama canavarı yarattılar. Bizden alışveriş ederseniz yanında bir de kanserli çocuklara yardım etmiş olacaksınız diyorlar. Aslında bu yemle önce malı onlardan almamızı sağlıyorlar. Üstüne bir de onları, yani o markayı “ne kadar da iyi bir marka” olarak tanımlamamızı sağlıyorlar.

Pozitif alışveriş, ethical consumerism, citizen effect, gibi kavramlar peyda oldu. Bir yandan alışveriş yaparken bir yandan kutup ayılarını koruyorsunuz. Yetmiyor bir de kampanyanın yüzü olarak seçilmiş ünlü oyuncunun kutup ayısıyla çekilmiş fotoğrafına bakıp onun da marka değerini artıyorsunuz. Kendinizi, ‘iyi’ hissediyorsunuz.

 

Slacktivizm

Slacktivizm diye bir şeyden bahsedeceğim size. Bu, yeni çağın aktivistlerini tanımlıyor. Öyle bilgisayarın başında oturup Facebook, Twitter, Myspace gibi yerlerde dünyayı kurtarmak için bir yerlere tıklıyorsunuz. Bir takım gruplara katıl tuşuna basıveriyorsunuz. Böylece aktivist oluyorsunuz. Hiçbir efor sarfetmeden kendini mutlu hissetmek ve tatmin olmak için eylem yapan aktivist(?)in adı bu. Slacktivistler arabalarına çıkartmalar yapıştırıyorlar, kollarına bir takım bilezikler takıyorlar. Hatta mümkünse kendi isimleriyle değil nick’leriyle gruplara katılıyorlar. Ne polis, ne nezaret, ne risk. Sen de tıkla dünya değişsin: Dijital kurtuluş(!)

Çaptan düşme korkusu yaşayan ‘ünlü’ler hemen bir sosyal sorumluluğa yapışıyorlar. Hastalıklar seksüalize ediliyor. Meme kanserine dikkat çekmek için memeler açılarak fotoğraf çekiliyor veya sutyenlerin rengi değiştiriliyor. Meme kanseri için yapılan bu çalışma ile memelerini kontrol ettirmek isteyen kadınlar konuyla ilgili sağlık merkezlerine ve doktorlarına para akıtıyorlar. Medya, kampanyanın seksi fotoğraflarını kullanarak tiraj yaratıyor. Fotoğrafları çeken fotoğrafçı da hem aktivist hem sanatçı oluyor. Kampanyaya katılan ‘ünlü’, röportajlar veriyor. Yeni bir sutyen pazarı yaratılıyor. Kanserli çocukların yararına yapılan kampanyanın kokteylinde çekilen fotoğraflar magazin dergilerini süslüyor.

Bunlar adeta oksimoron durumlar. Diyorum ya, kendimizden başlayarak kimin neyi, niye yaptığına bakmamız lazım. Aktivizm veya sosyal sorumluluk adına birşeyler yapan herkesin, her vakfın, her derneğin, her markanın da bizim bunu düşündüğümüzü, sınadığımızı, buna dikkat ettiğimizi bilmesi lazım. İnsanın sahici olana tutunma zamanı yaklaşıyor. Gerçekliğin en temel değer olduğu bir çağa ihtiyacımız var. Yoksa biz birşeyleri tıklayacağız birileri bizi tıklayacak. Tık kültürü, tık eylemleri derken hayat karşısında tıknefes kalacağız.

cem mumcu

Kaygı, korku ve üzüntü versem size, hangisini alırsınız? Biliyorum hiçbirini istemediğinizi. Yine de, “Mecbur kalsanız neyi alırdınız?” demeye getiriyorum.

Ben kendi cevabımı vereyim. Ben hemen üzüntüyü alır bir güzel sarıp sarmalardım kendimi onunla.

Dostlara bunu anlatmak için bulduğum bir yol vardır. Diyelim ki biz kardeşiz ey okur. Ve çok ama çok sevdiğimiz bir babamız var. Çok ağır bir kansere yakalandı Üstelik daha genç. Yaklaşık bir yıldır hastane, ev, yoğun bakım, sonra yine ev. Kaygı içindeyiz, onu kaybetmekten korkuyoruz doğal olarak. Başka çareler arıyoruz sürekli. Yeni ilaçlar, tedaviler araştırıyoruz. Ve ben pek de kitap falan yazamıyorum, ofise gidiyorum ama sen, yani kardeşim yoğun bakım kapısındaysan. Ben geldiğimde de sen işine gidiyorsun. Tatil, eğlence vs gibi şeylerin adı bile geçmiyor.  Ve bir gün o acı gelip yüreğimize oturuyor. Babamızı kaybediyoruz. Biliyor musunuz? Şöyle bir laf edilir bu tür durumlarda: “Kurtuldu” denir. Aslında kurtulan sadece o değildir. Biz de kurtuluruz. Çok sevdiğimiz babamızdan değil ama korkudan ve kaygıdan kurtuluruz. Artık üzüntü vardır, yas vardır. Ve kırkı çıktığında onsuz yaşamımıza bir biçimde devam ederiz. Ben sevgilimle tatile giderim. Sen de belki artık geceleri yeniden dışarı çıkmaya başlarsın. İşlerimize de döneriz bir biçimde. Bunlar onu sevmediğimiz anlamına gelmez, ama artık kaybedecek bir babamız yoktur. Kayıp yaşanmış, kaygı sonlanmıştır. Olsa olsa üzüntü vardır. Ve o yıpratıcı değildir o kadar. Hatta iyi yaşanırsa tekâmüle giden yolda sağlam bir araçtır.

Hadi basit bir başka örnek daha vereyim. Bu kez öğrenci olalım ve de sınıf arkadaşı. Çok önemli bir sınavımız var. Üç aydır hazırlanıyoruz. Üç aydır ne dışarı çıktık ne eğlendik. Eşek gibi çalıştık. Ve de kaygılıyız, korkuyoruz sınav nasıl geçecek diye. Ya iyi olmazsa, ya gözden kaçırdığımız bir yerden, çok ayrıntı bir soru gelirse. Aklımız hep bunda. Ve sınav günü geliyor. Giriyoruz. Çıktığımızda ben diyorum ki, “Bitti, çok kötü.” Kalacağım kesin yani. Seninki de maalesef öyle. Çok da üzgünüz. Ve ben diyorum ki, “Usta gidip biraz müzik dinleyelim, bir şeyler içelim mi?” Sen ne dersin biliyor musun? “Evet,” dersin. Gidelim. Çünkü artık bitmiştir, sıfır da alacak olsak yapacak birşey yoktur.

Buradan bir yerlere, bir yerlerimize varmalıyız. Kendi korkularımıza, kaygılarımıza bakmalıyız. Üzüntünün olduğu yere geçerek kurtulabileceğimiz hallere bakmalıyız.

Aslında gerçek sondan korkmayız. Korktuğumuz şey ‘son’un öncesidir. Korkutucu olan ölüm değil ölümün fikridir. Ölümün fikri ise yaşamla vardır ve aslında yaşamdan korkarız bu yüzden. Olacak diye korktuğumuz şeylerin çoğu zaten korktuğumuz için olanlardır.

Kayba dair korkularımız bitirici bir hale gelebilir. Oysa kaygının motive edici bir gücü vardır. Kaybı bilmek, onu düşünmek, onu bir anlamda kabullenmek başka ve yüksek bir hale getirir bizi ve bizim diğerleriyle ilişkimizi. Kaybına dair bilgimiz olmayan birine âşık olamayız. Gözüne bakıp, “Ya bir gün olmazsa,” demediğimiz birine aşkımızı sürdüremeyiz. Kendi hayatımızın da gözüne böyle bakamazsak korkuyla taçlandırırız olsa olsa onu. Korkuyla kemirilen bir ruh asla kanatlanamaz çünkü.

cem mumcu

 

Erkek deyince aklımıza önce hangi sözcükler gelir. Ben denedim, önemli bir çoğunluğun ilk söylediği şey ‘güç’ oluyor. Daha açarsak güç, kuvvet, korkusuzluk gibi kavramlar kafamızda erkeklikle yan yana duruyor. Bu yüzden erkek kahramanlarımız Troy’daki Aşil gibi, James Bond gibi, Rambo gibi, Matrix’in Neo’su gibi. Peki ama erkeği veya insanı korkusuz ve güçlü kılan ne? Kasları mı? Savaştan kaçan bir figür, kasları kuvvetli bile olsa bize güçlü görünür mü? Bu kahramanları, bu erkekleri güçlü ve korkusuz kılan ana şey ne? Onlar ölümden veya kaybetmekten korksalardı, yine böyle güçlü gelirler miydi bize? Hayır.

Kayıp ve ölüm korkusu hayatın içinde birçok biçimde görünür. Bu yazıda bizi ilgilendiren kısmıyla yetinelim. Basit örnekler verelim. Şu anda bu yazıyı okumakta olduğunuz mekândaki (oda, salon, ofis, vapur, kafe vb.) varoluşunuzu düşünün. Sizi rahatsız eden önemli bir şeyin olmadığını, hatta orada iyi olduğunuzu varsayıyorum. Şimdi sizin keyfinizi kaçıracağım! Size artık oradan çıkamayacağınızı, hep orada kalacağınızı söylüyorum. Artık kapılar, pencereler, her yer kapalı. Yaşamınızın geri kalanı orada geçecek. Samimi biçimde içinize bakarsanız bütün keyfinizin kaçtığını göreceksiniz. Çünkü söylediklerimle orası bir tabut haline geldi. Özetle ölüm gibi oldu orası. Ölümü tarif edelim. Ölüm, başka bir olasılığın olası olmadığı durumdur. Oysa hayat içinde hep bir başka olasılık vardır. Onun için hayattır. Peki başka bir olasılığımız yok mu gerçekten? Kapıyı kırmak, balkondan atlamak hatta duvarları kırmak, sizi oraya hapseden kişiye başkaldırmak ya da onu ikna etmek benim aklıma gelen ilk olasılıklar… Neo veya Rambo, bu olasılıklarını her şeye rağmen  zorlama cesaretleri olduğu için kahraman değiller mi? Çünkü yaşadığımız müddetçe hep bir başka olasılık vardır. Bize başka bir olasılık yokmuş gibi gelmesinin nedeni kendi korkularımızdır. Çoğu zaman kapı açıktır ama biz kendi engellerimiz yüzünden onu açamayız.

Bu kadar şeyi niye anlattık? Çünkü verdiğimiz örnek başka bir ölüm korkusuna çok benziyor. Bu korkuyu kavramak da bizi gittikçe çoğalan çağdaş bir erkek tipolojisini anlamaya çok yaklaştırıyor. Hani içini kimsenin dolduramadığı “düzgün adam” diye bir laf var ya. Sanırım onu da anlayacağız şimdi. Sözünü ettiğim erkek tipolojisi özellikle büyük şehirlerde bir salgın gibi çoğalıyor. Kaslarını geliştirmek, bol para kazanmak, sıkı bir araba sahibi olmak gibi güçlerini ispatlayacak birçok şeye sahipler veya sahip olunca güçlü olacaklarını sanıyorlar. Ama âşık olamayacak ya da aşkı yaşayamayacak kadar korkaklar! ‘Ne demek bu şimdi?’ diyeceksiniz. Aslında korktukları, sabit bir ilişki içinde adeta yukarıdaki oda örneğindeki gibi sıkışıp kalmakla ilgili. Çünkü bir kadına âşık olmak, onunla evlenmek veya sabit bir ilişki içinde olmak, başka kadınlarla birlikte olma olasılığını yok ediyor. Bu korku derinden derine öyle işliyor ki, o an için âşık olsalar bile bir gün o kadını istemeyecekleri ve başka kadınları arzu edecekleri zamanı şimdiden kaygıyla yaşıyorlar. Bu tiplerin İngilizce bilenleri sıklıkla ‘commitment vermek, commited olmak’ istemiyorum gibi bir ifade kullanıyorlar. “Korkuyorum,” demiyorlar, böyle bir şeyler söylüyorlar. Oysa yaşadığımız an dışında duygularımızla ilgili hiçbir garanti veremeyiz. Beğenilerimiz, arzularımız değişebilir tabii ki. Bu, biz erkekler kadar karşımızdaki kadın için de geçerli. “Peki duygularım değişirse ne yapacağım?” diyorlar. Bu sorunun altında korku var. “Bir gün onu istemezsem nasıl söyleyeceğim?” Öyle mi? Korkaksın o zaman. “Ondan ayrılmak istersem etraf, ailem ne der?” Öyle mi? Korkaksın. “Ama suçluluk hissedeceğim.” Yani aslında ilişkinin kapısını kilitleyen anahtar, senin suçluluk duygun. Bu halin sence Neo’ya, Akhilleus’a benziyor mu? Ama sorduğun soru hep geleceğe dair… “Eğer öyle olursa,” diye soruyorsun bu soruları. Bu sorular güçlü gibi görünen ve davranan kişinin ne kadar güçsüz ve korkak olduğunun işaretleri.

Oysa gidebilme özgürlüğünü hissettiğimiz  yerde kalmaktır güzel olan. Bu özgürlüğü bize kim verir? Kimse veremez. Elimizden alan ise kendi korkularımızdır. Ve bu korkularımız, kaslarımız ne kadar güçlü olursa olsun bizi cılız ve güçsüz kılar. Eğer “Önümüzdeki Cuma akşamı birlikte yemek yiyelim,” dediğimde rahatsız olup, “Cuma bir gelsin o zaman konuşuruz,” deyince rahatlayanlardansanız sizden bahsediyorum demektir. Oysa Cuma akşamı geldiğinde, “Ben gelmek istemiyorum,” diyebilme özgürlüğünüz orada duruyor. Masaya oturup ilk kadehimizi içtiğimizde, “Ben gitmek istiyorum,” deme olasılığınız da var. Bunları söylemeyle ilgili çekinceniz sizin kendi korkularınız. Ama bunları söyleme özgürlüğünüz varsa söylememe ihtimalinizin arttığını, çok keyifli bir yemek yiyebileceğimizi tahmin ediyorum.

Evet arkadaşlar büyüyelim ve erkek olalım biraz. Yoksa sevişmelerimiz otuzbirlerimiz gibi olacak. Kimseyi omzunuzda uyutamayacak, kimsenin omzunda uyuyamayacaksınız. Ben bunu dibi delik bir kovaya benzetiyorum. Ancak su akarken geçici bir doluluk hissi olan ama suyun asla içinde birikmediği bir kova.  Bütün kadınlar da sizin olsa ‘O KADIN’ a sahip olamayaksınız. Hiçbir memede ‘O SÜTÜ’ bulamayacaksınız. Hem kadınların büyümüş erkekleri tercih edecekleri zamana da fazla kalmadı gibi geliyor bana.