NİSAN 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

Last year

Nisan 2024
P S Ç P C C P
« Haz    
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930  
MAKALELER

I.

Sıradan sayılabilecek bir Hollywood filminde cennetten cehenneme doğru giden bir ırmak vardı. Aynı ırmak tersine doğru da gidiyor muydu? Hatırlamıyorum, zaten iki zıt yöne birden akan ırmak hiç görmedim. Dikkatimi çeken temel durum ırmağın her iki kıyısının boylu boyunca  devasa kütüphanelerle çevrili olmasıydı. İzlerken metafora hiç dikkat etmemiştim. Ben elma şekeri görüp ağzı sulanan bir çocuk gibi bu sınırsız kütüphanenin büyüklüğüne takılıp büyülenmiştim. Akşam eve geldiğimde cehenneme giden yolda kitapların olduğunu fark edip gülmüştüm kendi kendime. Tabii o kadar geç anlamıştım ki, ırmakta ilerleyen sandalın içindekilerden biri ben olsam çoktan cehennemi boylamıştım ve hatta yıllardır boyluyordum da… Zaten hangi delilik kendi akışının önüne geçebilir ki? Geçse delilik mi olur?

Nasreddin Hoca damdan düşünce “bana damdan düşen birini bulun” demiş ya, ben de bizatihi  kendim deli olduğum için size daha kolay anlatacağım tırlatmanın enini boyunu, sayfa sayısını, fontunu, mürekkebini ve kaç baskı tırlatılabileceğini. Ve tüm deliler gibi benden daha delileri görünce nasıl rahatladığımı ve “yok canım ben gayet normalim” dediğimi. Benden daha delisi bizzat bana hastalıklı kanı genetik, sosyal ve bilumum açıdan bulaştıran adamdı: Ahmet Yaşar Mumcu. Babamdı, geçen yılın kasımında gitti. Giderken sağ yanında dört, sol yanında iki cilt kitap vardı. Her zamanki gibi hepsi muntazaman yerleştirilmişti. Hatta kalp sekteyi ilk yediğinde ciltlerden birini okumaktaymış yattığı yerde, anama dönüp elindeki kitabı da vermiş, “belki gideriz şunları düzeltelim” demiş. Ben yetişemediğimde dörtlü bloğun üstünde not almak ve alt çizmek için kullandığı kalem çapraz duruyor ve ucu onun kapalı gözlerini işaret ediyordu.

Gitmeden iki gün önce beni ziyarete gelmiş, Pervititch Haritaları’nı görmüş, “bundan nerede buluruz? diye sormuştu. Dostum Mehmet (Ulusel) de gözlerinden deli olduğunu anlamış muzipçe gülerek “ben size bulurum Ahmet Amca” demişti. Mehmet hemen nasıl mı anladı? Onlar tımarhanede karşılaşan ve yıllardır tanışıyorlarmış gibi enseye tokat olan iki deli gibiler de ondan. Aynı hastalığa duçar olmuş iki deli üstelik. Babam gittikten sonra “ulan şu kitabı ona nasıl göndersek, bir giden bulsak götürür mü acaba?” diye de düşündük Mehmet’le. Bir deli ölünce akıllanır diye bir kayıt yok literatürde, olasılıkla ölüsü de delidir babamın. Hatta ırmak boyu kütüphanenin büyüsüne kapılmıştır. “Siz cenneti hak ettiniz niye o tarafa gidiyorsunuz diyen meleklere” “cennet bu taraf” diye itiraz ediyordur.

Babama göre o biblioman falan değildi. Çıkış noktası da philia ile mania ayrımıydı. O olsa olsa kitap severdi. Hızlı hızlı bunu anlattıktan sonra da on binlerce cilt kitabı eve, yatak odasına, salona mutfağa, ofisine, sonra bir ikinci eve ben yığmışım gibi suratıma bakar ve niye deli olmadığını ispat için şu anekdotu düşerdi: “Bibliyomanyak bir manyak bir kitabın birinci baskısından on ikinci ve son baskısına kadar tüm baskılarını alır. Oysa ben öyle miyim? Yeni çıkan baskıyı inceler, farklarını not eder veya farklı kısımların fotokopisini çektirir eski baskısının arasına koyarım!” Çocuktum, açık noktaları bilmiyordum. Mesela “tüm baskıların çıkışını nereden haber alıyorsun? Niye bütün kitapçılar babamın annesinden doğmuşçasına babamın kardeşleri, benim amcam gibiler? Babam niye bir yeri tarif ederken bölgedeki kitapçıları mihenk taşı olarak kabul ediyor?” Dahası var, akademik çalışma isteği nedeniyle özel çalışmaktan vazgeçip üniversiteye geçtiğinde iki kuruş maaşa talim etmeye başlamıştı. Yaklaşık on beş günlük bir dönem hatırlıyorum. “Babama ne oldu?” diye üzüldüğümüz o günlerin sonunda anamın gelinlik çeyizinden kalma bilezikleri bozdurup babamın isteyip de alamadığı kitapların alındığı gün alnının ortasında parlayan ışığın anlamını ona ölmeden önce hiç sormadım.

Burada ilk kez ifşa edeyim ki benim oidipal çatışmamın temel nesnesi de kitaptı. Şimdi neden kitap delisi, neden yazar hatta yayıncı olduğumun tüm şifresini hepinizin huzurunda açıyorum. Babamla girdiğim erkeklik yarışının nesnesi bedenimin uzantısı değildi! Beni tokatladığında kitap istediğim için değil kıskançlık yaptığım için bunu yaptığını söylemişti. Ama aslı belki de her ikisiydi. Bu meseleyi kesin ve net olarak okuyabileceğiniz ve sıkça tekrarlanan bir durumu anlatayım.

Onun kütüphanesinde olmadığını (en azından henüz ve halihazırda) bildiğim ve bulunması çok zor bir kitap buluyorum. O gün sevgilimle buluşup doğrudan bir tatmine uçabilirim. Öyle yapmıyorum, daha büyük bir tatmin var. Eve erken gidiyorum, yani ondan önce. Girişteki vestiyerin önündeki rafa nadir ve nadide kitabı sanki unutmuşçasına bırakıyorum. Kapı çalıyor, yakınlarda bir yerlerde, konuşulanları duyabileceğim bir mesafede pusuya yatıyorum. Ahmet Yaşar Bey içeri giriyor ve kitaba takılıyor. Benden dokuz yaş küçük kardeşimi çağırıyor acilen. Fısıltıyla “Cüneyt bu kitap kimin?” diye soruyor. Önceden hazırlanmış Cüneyt cevabı tam da istediğim gibi kesin, net ve umursamaz bir görüntüyle yapıştırıyor: “abimin”… Peder beyin sesi iyice fısıltıya dönüyor ve o muhteşem cümle geliyor: “Benim sorduğumu söyleme, sor bakalım nereden bulmuş”

Şimdi hain evlat diye beni suçluyor olabilirsiniz. Ama kitaplarını okumak istediğimde ancak oldukları mekanda buna izin veren, asla dışarıya çıkartmayan bu adama bir keresinde “ne yani benden daha mı önemli yani kitapların?” diye sormuştum. Ne dedi biliyor musunuz? “Sen yokken onlar vardı” dedi. Vefasında haklıydı, büyüyünce anladım. Şimdi kitapları var, O yok ve ben o kitapları yine yerinden oynatamıyorum. Bana bıraktığı bu şifasız hastalıkla öylece kalakaldım.

II.

Şimdi özel ve öznel yaşantım dışında bibliyomanikler hakkında yaptığım hiç de bilimsel olmayan araştırmalarımın sonuçlarından söz etmek istiyorum! Bibliyomani bir patoloji olarak ele alındığında türdeş olmayan, geniş bir yelpazeye yayılmış heterojen bir grup olarak ele alınmalıdır. Birbirine uzaklı yakınlı duran farklı haller, farklı manyaklıklar, farklı sorunlar, farklı meraklar, farklı heyecanlar ve farklı belalar… Bu geniş yelpazeden sadece iki ana örneği daha yakından incelemekle yetineceğim.

Bir grup bibliyomanik kitap okumaz ya da pek okumaz. Onların kitapla ilişkisi bir fetiş nesnesi gibidir. Fetişizm tanımı gereği asıl konum ve asıl hedefinden şaşmış, sapmış bir yapıyı barındırır. Çorap fetişisti bir adamın çoraplı bir cinsel eşle değil doğrudan çorapla ilişkisi ön plandadır. Burada da kitap, okuma eyleminden bağımsızlaşmış bir nesnedir. Bu grubun sahip olma arzusu diğerlerinden daha da fazladır. Hele söz konusu kitap çok az sayıda varsa, imzalıysa, ilk baskıysa, çok eskiyse sahip olmaya dair dürtü daha da abartılı bir hal alır. Bu grubun üyeleri nadide bir hareme sahip aseksüel bir erkek gibidirler. Yine bu grubun bir alt grubu vardır ki onlar aynı haremi bir gün kullanacağım düşüncesiyle toplarlar. Ama toplama eyleminin yaşamlarında kapladığı zamansal yoğunluk o denli fazladır ki buna hiçbir zaman vakit bulamazlar. Çok nadiren benzer manyaklığı olan bir dostlarına haremlerinin ne kadar büyük ve özel olduğunu gösterme gereksinimi duydukları teşhirci bir manyaklığa meyletmek de onları çok mutlu eder.

İkinci grup aynı zamanda okuyan gruptur. Kendime yakın bulduğumdan, en az  onları hasta bulmuşumdur hep. Ama bu grubun  da, bir insanın okumayı ömrüne sığdıramayacağı kadar abartılı sayıda kitabı vardır. Genellikle aynı anda bir çok kitabı birlikte okurlar veya karıştırırlar veya ellerler. Halihazırda bakmak istedikleri kitapları gözden kaçmasın diye göz önünde tutmak istediklerinden evleri genellikle dağınıktır. Kendilerine geniş ve mükellef bir ziyafet sofrası kurmuş olmalarına rağmen gözleri yandaki masadaki tek çeşitlik öğle yemeğine takılıdır. Otobüste kitap okuyan birini görseler kitabın ne olduğunu görmek için şekilden şekle girerler. Kendilerinde varsa rahatlarlar, yoksa otobüsten acilen inip ilk kitapçıda alırlar soluğu. Şehvetin dozu sürekli artar. Hem kitap almak, hem okumak, çıkacak kitapları beklemek, kitapçıya gidip kaçırdığım bir şey var mı diye bakınmak genel özellikleridir. Sık gittikleri kitapçılar olmakla birlikte arada kalmış bir kitapçıya da hemen girerler. Aslında kırtasiyeci olan ama çok az miktarda kitap satan bir dükkana da zorlantı şeklinde girerler ki orada da kaçırdıkları bir şeyler kalmasın. Ve onlar bilirler ki farklı rafları, farklı dizilimleri olan kitapçılar sık uğrak yerleri olanlardan başka bir dikkat gerektirdiğinden oralara da girilmelidir. Bu grup bir öncekine göre daha sosyaldir. Kendine benzeyen manyaklarla arkadaşlık kurmayı severler. Birbirlerinin evlerine giderler ve aslında hep aynı konuda sohbet ederler. Ama konuşma esnasında, misafir olan bir yandan söylenenlere kulak verirken, dikkati sürekli ev sahibinin kitaplarına takılı kalır. Bazen bu nedenle konuyu kaçırır.

Tüm gruplarda arada bir hırsızlık yapanlar vardır. Onları şiddetle lanetliyorum ve hepinizi de lanetlemeye çağırıyorum. Özellikle kendi gibi hasta birine bunu yapmayı asla affetmiyorum. Bibliyomanyaklıkla ilgisi olmayan bir normalin kitabını aşırmaya genellikle gerek kalmaz; istersin ve verirler çoğunlukla. Evet, belki vermezse olabilir…

III.

Öğrenciydim, fakirdim, parasızdım. Üç parça bekâr eşyamı ve kitaplarımı bir şehirden başka şehre en ucuza nasıl taşırım diye düşünürken, kendimi kamyonların yüklendiği ambarda buldum. Durumumu anlattım, kamyon şoförleriyle keyifli bir muhabbet kurduk. Sanırım beni ‘okumuş çocuk’ falan diye de azıcık önemsediler. Ve içlerinden biri eşyamı aldı kamyonuna. Ve birlikte o gece yola çıktık. Yol uzundu, kamyon ağır. Yavaştık. Kamyonun karanlık kabinine yola vuran cılız farların ışığı yansıyordu hafifçe. Sohbet ediyorduk. Bu hayatın ne zor olduğunu, çoluktan çocuktan, anadan babadan, dosttan uzak kalmanın acısını anlatıyordu. Hüzün hakimdi yarı karanlık yüzüne. Ama acının tam yanı başında duran hazzı da görmüştüm yüzünde. Neydi ki bu denli sıkıntıyı taçlandıran gizli keyif? “Çok zengin olsan ne yapardın” diye sordum. Ve anında gözlerini hızla yoldan ayırıp bana çevirdi ve şehvetle şu cevabı verdi: “Tır alırdım” O zaman kitap manyaklığı dışında başka bir tutkusal manyaklığı görmüştüm onun yüzünde.

Bazen hayallerime bakıyorum da aslında hepsinin bir sözcüğe indirgenebileceğini şaşkınlıkla gözlüyorum: Kitap…

Böyle işte… Cehenneme kadar yolumuz var…

cem mumcu, Hayat Kırıklığı

Şöyle bir şey yapalım mı? “Sorsak Ne İyi Olur Soruları” diye bir laf edelim. Alt alta benim aklıma gelenleri yazayım. Dileyenler soruları, sorularını düşünsünler, altına eklesinler; daha da ileri gidip kimisi de bana yazsın. Belki sonra bazılarına cevap da yazarız. Ama aslolan cevapları değil. Ana mesele: “keşke sorsak, niye sormuyoruz?” Çünkü birileri hep bize soru sormayı değil, sormadığımız soruların sonuçlarına çözüm aramayı dayattı. Değişmek isteyenler hemen çözümü aramaya yöneltildiler.

Hadi başlayalım:

Birine öfkelendiğimizde aslında “ne” ye öfkeli olduğumuzu sorsak.

Birine öfkelendiğimizde aslında “niye” öfkeli olduğumuzu sorsak.

Yaptığımız eylemlerin ne kadarını gerçekten hissettiklerimiz ve düşündüklerimiz nedeniyle yaptığımızı sorsak.

Yaptıklarımızın ne kadarını “-e göre” yaptığımızı sorsak.

Ve yine en çok “ne”ye göre yaptığımızı sorsak.

“Kim”e göre yaptığımızı sorsak.

“Kim” dediğimizin aslında kim olduğunu bir daha sorsak.

Yapmadıklarımızı da niye yapamadığımızı sorsak.

Yapmadıklarımızın ne kadarını aslında yapamadığımızı sorsak.

Kendi değerimizi neden kendimize değil başkalarına biçtirdiğimizi sorsak.

Başkalarına biçtirdiğimiz için kendi değerimize neden ulaşamadığımızı sorsak.

Başkalarını değersiz kılarak kendimizi neden değerli hissettiğimizi sorsak.

Onlara eklediğimiz eksinin bize nasıl olup da artı olarak eklendiğini sandığımızı sorsak.

Korktuklarımıza bakıp aslında neden ve “ne”yden korktuğumuzu sorsak.

Arzularımıza bakıp aslında “ne”yi, niye arzuladığımızı sorsak.

Neden saklandığımızı ve “ne”yden saklandığımızı sorsak.

Neden soyunduğumuzu ve “ne”ye soyunduğumuzu sorsak.

Neden bu marka otomobil kullandığımızı veya o markayı arzu ettiğimizi sorsak.

Aslında kim olmak istediğimizi sorsak.

Neden “O” olmak istediğimizi sorsak.

Olmak istediğimize uygun yolda mı ilerliyoruz, diye sorsak.

Olmak istediğimize uygun araçlar mı kullanıyoruz, diye sorsak.

Olmak istediğimiz yere giden bir yola koyulmuş muyuz acaba, diye sorsak.

Değişsin istediğimiz şeylerin niye değişmelerini istediğimizi sorsak.

Onların ne kadarının asıl istediğimiz şeye ulaşmamız için gerekli olduğunu sorsak.

Başımıza gelenlerin neden geldiğini sorsak.

Neden bizim başımıza geldiğini sorsak.

Başımıza aslında ne geldiğini sorsak.

Başımıza mı geliyor, biz mi başımızı oraya götürüyoruz diye sorsak.

“Baş”ımız nerede diye sorsak.

Beklentilerimizi neden bekliyoruz diye sorsak.

Onlar mı bize gelir, biz mi onlara gitmeliyiz diye sorsak.

Boşluklardan, beklemelerden, sessizlikten neden rahatsız olduğumuzu sorsak.

Boşluklar olmadan doluluk olabilir mi diye sorsak.

Öteki diye tarif edip dışladıklarımıza, nefret ettiklerimize bakıp aslında neden öyle hissettiğimize baksak.

Onlara neden “onlar” dediğimizi sorsak.

Onları “onlar” yapanın kim olduğunu sorsak.

Ve o “kim”in ne kadarının kendimiz olduğunu sorsak.

Yedi ölümcül günahtan hangisini en çok işlediğimizi kendimize sorsak.

Yedi ölümcül günahtan toplum olarak en çok hangisi ile derdimiz olduğunu sorsak.

Günah dediğimiz şeyin aslında kime karşı işlenen bir şey olduğunu sorsak.

Eğer Allah’a veya başka bir şeye inanıyorsak onu neden sevmek yerine ondan korktuğumuzu sorsak.

O denli yüce bulduğumuz şeyin nasıl bizim günahlarımızla azalıp, bizim sevaplarımızla çoğalacağını sandığımızı sorsak.

İbadet ediyor ya da sevap işlemeye gayret gösteriyorsak aslında bunu ne için, kim için yaptığımızı sorsak.

Normal ne diye sorsak.

Anormal ne diye sorsak.

Bunların tanımlarını, tanımlayıcılarını, zaman içindeki değişimlerinin nedenlerini sorsak.

Neden hem kayıptan hem de kaybetme özgürlüğümüzü kaybetmekten korktuğumuzu sorsak.

Neden hem birlikte uyanmak istediğimiz birini arayıp hem de onu bulmaktan korktuğumuzu sorsak.

Neden taahhütten, söz vermekten, vaad etmekten bu kadar korktuğumuzu sorsak.

Bunların aslında ne anlama geldiğini sorsak. (ah bunu bir sorsak)

Neden hem bağlanmak isteyip hem de bağlanma ihtimalinden korkup kaçtığımızı sorsak.

Niye yaşadığımızı sorsak.

Nasıl yaşadığımızı sorsak.

Nasıl ölmek istediğimizi sorsak.

Neden ölümden korktuğumuzu sorsak.

Neden hem “son”lardan hem de sonun olmamasından korktuğumuzu sorsak.

Neden hep diğerlerine bakarken soru sorduğumuzu sorsak.

Belki de en çok niye kendimize soru sormadığımızı sorsak.

Bu yazıyı okurken, çözüm önerisi olmadığı için neden rahatsız olduğumuzu sorsak.

 

cem mumcu

 

Telefonla Söğüşleme

Sabah sabah ev telefonum çaldı. Ne kullanırım ev telefonunu ne de çaldığı olur. Ben bile bilmiyorum numarasını. Ama onlar nereden nasıl buldularsa bulmuşlar numaramı. Bir bankadan arıyorlar. Şimdilik ismini vermiyorum, bir daha ararlarsa onu da yapacağım. Gayet yapışkan bir ses. Özel eğitimden geçiyorlar sanırım. Saygılı kelimelerle saygısızlık yapmayı çok iyi beceriyorlar. Eğer içinizde sıradan insana ait sağlıklı bir edep duygusu varsa öyle kolay kolay kapatamazsınız bu tür telefonları. Sanıyorum ‘telefonla pazarlama’ deniyor bu yönteme. Ve yine sanıyorum birçok teknikleri var ve bu “yapışkanlık” da onların başında geliyor. Her neyse asıl konu belki de bu değil ama bu da fena halde bir konu. Sabah sabah durduramadığım biçimde konuşan ses bana ne diyordu dersiniz? Öncelikli olarak benim özel bir müşteri olduğumu ve bu fırsatın bana sunulduğunu tabii ki. Bu en sık oynanan oyun. Kendinizi özel hissetmenizi istiyorlar ki o salaklık içinde sattıkları ‘şey’i satın alasınız. Pazarlama, insanın zaaflarını araştırıyor uzun zamandır ve onu kullanıyor. Pis bir oyun. Boşluğunuza çalışıyorlar; boşluğunuzu doldurmayı vadederken bile bunu yapıyorlar. Tüketici içgörüsü dedikleri şeyin psikoterapideki ile ilgisi yok. ‘Kendi içinizi görmeniz değil’ buradaki; ‘sizin içinizi onların görmesi’. Sizin içinizdeki ne ile ilgileniyorlar? Satın almanızı sağlayacak gereksinimlerinizden tutun zaafiyetlerinize kadar her şeyinizle. Sizin saklamak istediğiniz sırrınız olduğunu bilsinler onu bile şantaj gibi kullanabilirler. (Böyle satılan ne tür ürün var acaba?) Mesela ben bir keresinde hangi zaafımla düştüm ağlarına biliyor musunuz? Durun onu da anlatayım. Bir otelin satışcısı beni sürekli taciz ediyordu. Ve fakat mümkün değil durdurmam. “Lütfen, meşgulüm, beni bir da- ha aramayın,” diyorum. Karşıdaki ses pişkin pişkin, “Zaten çok meşgul biri olduğunuz için size bunu öneriyoruz,” diyor. Yaklaşık onuncu aranmam falandı sanırım. Dedim ki, “Hanımefendi size bir şey söyleyeceğim ama ne olur beni dinleyin. Şimdi ben, edepsizden edebini paramla satın alacağım. ” Ne dedi biliyor musunuz? “Teşekkür ederim Cem Bey,” dedi. Vallahi bunu söyledi ve kredi kartı numaramı verdim. Onlar sizin tacize dayanıklılığınızı, korkularınızı, hatta edebinizi bile kullanmayı biliyorlar.

O sabahki telefonda bana önerilen özel ürün neydi biliyor musunuz? Sabahın köründe yeni uyanmış bünyeme ne satmak istiyordu söz konusu banka dersiniz? Kanser Paketi. Yanlış duymadınız kanser paketi. Kanser olursam hemen hesabıma 150 bin Dolar yatacakmış vs vs. Delirmiş olmalılar. İnsanın olmayacağı varsa da bunlar yüzünden kanser olur. Düşünsenize sabah sabah aradıkları kişinin sağlığı konusunda zaten endişeli düşünceler besleyen bir yapısı olduğunu. Hatta bu telefon yüzünden rahatsızlandığını, endişelendiğini hatta intihara falan kalkıştığını.

Korku Pazarı

Dikkat edin, artık korkularınızı da ranta çevirmek telaşı içindeler. Buna Fear Marketing yani korku pazarlama deniyor. Pazarlama bitanedir diye bir blogda aynen şöyle yazıyor bu konuda: “Korkuyu bir pazarlama aracı olarak kullanmak için, hedef müşterilerin o dönemde hissettikleri korkuyu teşhis edebilmek ve firmanın sunularıyla bu korkuyu gidermek arasında bir bağlantı kurabilmek gerekiyor.” Valla insanın kanını donduruyor. Çok acayip şeyler oluyor. Fakat o kadar çok oluyor ki artık dışına çıkıp onların acayip olduklarını bile göremiyoruz.

Bu kadar çok sağlık sorunu neden sürekli konuşuluyor? İnsanlar yeni mi ölümlü oldular. Eskiden ölünmüyor muydu? Gün geçmiyor bir takım doktorlar halkı bilinçlendirmek için vakıf kuruyorlar. Vakıfların arkasındaki sponsorlara iyi bakılmalı, ama onlar görünmeden bunu yapmanın yolunu bulmuşlar. Reklam- lara bakın, neden bu kadar çok beyaz gömlekli görüyorsunuz hiç düşündünüz mü? Banyonuzdan sizi yiyecek bakteriler çıkmaya başlamadı mı? Halılarınızdaki “mayt’ların gözlerini gördünüz mü? (valla öğretiyorlar insana, mayt diye bir şey var artık hayatımızda). Domuz Gribi, küresel ısınma, kaza, güvenlik sorunları, hastalık, yaşlanma, ölüm, çocuklarınızın gelişmemesi gibi her türlü korkunuz için neler satın aldığınıza bakıyor musunuz? Dişleriniz sadece mikrop yuvası değil, aynı zamanda yeterince parlamazsa partner bulamazsınız. Kilo alırsanız vay halinize. Farkında mısınız, artık ne kadar çok hastalık ismi biliyorsunuz?

Tehlikenin Çarkında mısınız?

Satın aldığınız sadece ürünler değil. Seçimleriniz de korkuyla yönlendiriliyor. Komünizm geliyor, irtica geliyor, din elden gidiyor, şeriat geliyor, vatan bölünüyor, dış düşmanlar pusuda… Gerçekliği olmayan ya da olsa bile abartılan bütün korkularla kararlarınız ve eylemlerinize hükmediliyor. Varlıklarını bizim korkularımız üzerine inşa eden markalar, ürünler, partiler, kurumlar, gazeteler, düşünce sistemleri, meslekler var. Asıl tedirgin olmamız gerekenin bizi korkutanlar olduğunu düşündünüz mü?

Korku, normal insanın sağlıklı duygularından biri elbette. Hüzün gibi, öfke gibi, neşe gibi. Ama işte hepsi gibi hayatınıza ne kadar hâkim olduğu önemli. Sürekli otantik bir nedeni olmayan hüzün ne kadar sorunlu ise; devamlı sırıtmak, gülmek ne kadar acayip ise; bütün meseleleri öfke ile çözmeye çalışmak ne denli saçma ise korkunun da hayatımıza egemen olması o denli patolojik. Dikkat etmemiz lazım. Önceliği pazarlama olanların meselelerinin bizi düşünmek olmasını beklemek safdillik olur. Onlar ‘iş’lerini yapacak. Ve onların işleri, olmayan korkular yaratmak, olanları abartmak, hatta bizi önce delirtip sonra tedavi- sini pazarlamak olabilir. Ancak biz oyuna gelmezsek onlar da işlerini hakikate uygun bir hale getirebilirler. Onun için neyi niçin aldığımıza, neyi niçin seçtiğimize, neyi niçin istediğimize bakalım. Bakalım ki ‘içgörü’müz gelişsin.


Herkes kendi meşrebince sever bir diğerini. İnsanoğlu varolduğu günden beri  öyle çok aşk yaşadı ki, sadece ben oturup yazmaya kalksam bildiklerimi, bitiremem bir ömür boyu. Ama yine de kaç çeşit sevebiliriz birbirimizi? Şeyleri anlamak için zaman zaman sınıflandırırız çünkü. Batı düşüncesi -doğuya göre- daha çok sever sınıflamayı, bölmeyi; o yüzden daha iyi anlar insan. Bu anlama zihinsel bir anlamadır gerçi. Yine de daha çok güven verir. Doğu, meseleyi zihnin ötesine de taşıdığı için daha zorludur. Çoğu nüfuz edemez. Oysa doğuda “iç” ve “dış” bile kesin çizgilerle ayrılmaz. (Doctor Maximus’u okuyup anlamaya çalışanlar bilirler.)

Batı düşüncesinde aşkın temel anlamda dört çeşidi var. Basitçe anlatmak gerekirse ilki libido. Bu bildiğiniz seks ya da şehvet. Sonra eros geliyor. Bu yaratmaya ve üretmeye dönük ve daha yüksek ve derin biçimi aşkın. Sonra philia geliyor: Daha dostluğa, kardeşliğe yakın bir sevme biçimi. Ve agape: adanmış, karşılıksız, menfaatsiz sevgi.

İdeal olan, gerçek bir ilişki ve aşk deneyiminde bunların hepsinin olması. Libidonun tümüyle bastırılması veya agapenin hiç olmaması gibi durumların nelere yol açtığını aslında sizler de biliyorsunuz. Genellemelerin tehlikesini bile bile “aslında hepimiz yaklaşık olarak bu dördünün iyi oranlarda karıştığı bir ilişkiyi istiyoruz” diyebiliriz.

Bunu çeşitli biçimlerde de günlük hayatımızda dile getiriyoruz. “Artık kardeş gibi olduk”, “Onu seviyorum ama öyle değil” gibi konuşmalarda libido neredeyse hiç yok. Hatta genellikle bu durumlarda gözümüz dışarıya kaymaya başlıyor. Gözümüzün peşinden gidersek aldatıyoruz. Aldatmanın verdiği suçlulukla iyiden iyiye sıkışıyoruz.

Ertesi gün telefonla aranmayı bekleyen sağlıklı kadın, aslında libidosunu yaşadığı adamın eros’unu, philia’sını ve agape’sini teyid etmek istiyor. Erkek de aslında bu dördünün var olduğu bir ilişkiyi vaadettiği için arıyor o kadını.

Oysa bize bir şeyler oldu. Arzu ettiğimiz şeyin derinliğinden korkar olduk.

Bastırılmış cinselliğimizin -üzerindeki örtüyü atıp- nevrotik saçmalıklarını aştık derken, aşktan korkar olduk. Tenimizin arzularını hissetmeye başladık, fakat bu kez de bedenimizi bir makine gibi kullanıp ana hislerimizi yaşayamaz olduk. (Makineler her şeyi yapabilirler ama hissedemezler.) Umursamazlığı, kayıtsızlığı, arzu etmeyişi, heyecansızlığı ‘cool’ bulmaya başladık. Derin ve yüksek olan insanî hisleri ‘ezik’lik olarak görmeye başladık. Bedenlerimiz özgürleşirken ruhlarımız buna eşlik etmedi. Erotik diye tarif ettiğimiz şeyler aslında erotik değil. Eros’u libido’ya kurban ettik bu kez de.

Anne ve babalarımız seksin olmadığı bir aşkı aradılar, aramak zorunda kaldılar. Biz ise aşkın olmadığı bir seksin içinde kavrulmaya başladık. Onlar seksten korktular, biz aşktan korkuyoruz. Aşkı bir istilâ gibi yaşıyoruz. O istilâdan korkuyoruz. Libidomuzu erostan kaçışın bir aracı olarak kullanıyoruz. Ötekine uzanmayan, diğerine karışmayan, -iç sıkıntısını bastırmak için yapılan mastürbasyonlar gibi- diğerinde erimeyen sevişmeler yaşıyoruz.

Aşkın bu dört yönünü birden isterken karşımızdakine bu isteğimizi söylemekten utanıyoruz. Sevişmekten utanmadığımız birine bunu söylemekten çok utanıyoruz! Ruhumuzun çıplaklığını paylaşamıyoruz. Ve o örtük ruhumuzu geçici olarak rahatlatmak için bedenimizi soyup sevişiyoruz.

Bir zamanlar sadece dizgini olan atın şimdilerde dizginlerini boşalttık. Elimizdeki kırbacı şaklatıyoruz bedenine. Onu koşturmayı başardık, oysa dikey düzlemdeki şahlanma isteğini tümüyle unuttuk. Dahası onun hâlâ üstündeyiz. Onun kendisi olmayı, onunla bir bütün olmayı başardığımızda ne dizgin ne kırbaç kalacak. Bunun tek yolu ise bir istila gibi yaşadığımız aşk. Aşk ise kendinden vazgeçenin olabileceği, ‘bir başkası’nın kalmadığı bir bütünlük durumu. Bizi ancak bir başkası istilâ edebilir…

 

cem mumcu, Kendine Bakma Kitabı‘ndan

Özellikle reklamcıların sık kullandıkları bir söz vardır: Perception is reality… Israrla bunu İngilizce söylerler. Haklıdırlar öyle yapmakta. Çünkü kavramın doğduğu yer ‘orası’dır. Daha geniş açılımıyla şu söylenir hatta zaman zaman: Perception is everything, reality is nothing. Önce ‘algılananın gerçek’ olduğunu söyleyen ve masum gibi görünen bu aforizma, bir sonraki adımda ‘algının, algılananın her şey, gerçeğinse hiçbir şey’ olduğunu söyleyen o dehşetli cümleye dönüşür. Ortalama insan beyninin sınırlarına/sınırlılığına sırtını dayayan bu kavram, pazarlamanın/pazarlamacıların neredeyse temel kavramlarından biridir. Ürünün ne olduğu değil müşterinin ürünü nasıl algıladığı esastır. Müşterinin ürünü nasıl algıladığı ise ürünün nasıl sunulduğu ile ilgilidir. Aynı tarlada, aynı gübreyle, aynı çiftçinin ürettiği on ton çayın iki tonunu çok yüksek kaliteli ve pahalı; geri kalan sekiz tonunu ise daha düşük kaliteli ama daha ucuz diye paketleyip satmak olası yani. Dahası algıyı yeterince iyi yönetebilirseniz sıradan bir otu ‘bilmem ne çayı’ diye de satabilirsiniz. Hele hele önce detoks gibi bir kavramı yaratıp bu salak otu da detoks çayı diye konumlandırırsanız kim tutar sizi.

Ama benim bu yazıda size anlatmak istediğim şey sadece sizin satın aldığınız ürünlerle ilişkiniz değil. Daha da büyük dertlerim var. Benim ısrarla ‘sahici’ kelimesiyle ifade ettiğim gerçeklikle (gerçekle/gerçek olanla), algılanan arasındaki derin açıklık gittikçe büyüyor, gittikçe genişliyor. İnsanoğlunun içinde debelendiği büyük kuyu bu işte… Kendimizi, hayatı, ölümü, aşkı, cinselliği, dostluğu, düşmanlığı, düşünce ve duygularımızı bir türlü anlamlandıramayışımızın en temel nedeni bu işte. Tutunduğumuz dalların hiçbiri gerçek değil çünkü. Bildiğimiz, bildiğimizi sandığımız, inandığımız birçok şey aslında öyle değil çünkü. Kimin mağdur kimin suçlu olduğuyla ilgili düşüncemiz de, kimin güzel kimin çirkin olduğuyla ilgili yargılarımız da bizim kendi idrakimizle ulaştığımız sonuçlar değil çünkü. ‘Bilmemne ülkesi’nde kimyasal silah olduğuna dair inancımız bizim algımızı yöneten daha güçlü bir ülkenin medyasıyla beynimize kazınıyor. Birilerinin terörist, birilerinin gerici, birilerinin ilerici, birilerinin bölücü olduğuna dair yargılarımız da bizim kendi deneyimlerimiz ve anlayışımızla şekillenmiyor. Sıradan bir Amerikalı için bizler de dahil bütün bu bölge insanlarının terörist olduğu neredeyse kesin artık. Bazılarımız içinse bütün Arap’ların pis, bütün başörtülülerin mürteci, bütün Kürt asıllı olanlarımızın bölücü, Hıristiyan olanlarımızın misyoner olduğu bir gerçek!?

Algıyı yönetenler gerçek olan aksi bile olsa bize ‘şey’leri onların istedikleri biçimiyle gösterebiliyorlar. Sahip olduğumuz düşünceler, inançlar, yargılar gerçekten bizim mi? Tuttuğumuz takım gerçekten sandığımız kadar sportmence mi mücadele ediyor? Reklam panolarında gördüğümüz kadın gerçekten o kadar güzel mi? Televizyondaki şarkıcı gerçekten o denli seksi mi? Ahlakın savunucusu rolünde izlediğimiz TV programcısı sahiden etik mi? Aydın, entelektüel ve demokrat sandığınız o yazar gerçekten de sandığınız kadar donanımlı ve eşitliğe saygılı mı? Batı o kadar gelişmiş, doğu ise geri mi? Bilim adı altında bize sunulan gerçekler (!) doğru ve müspet olanı ifade ediyor mu? O ışıltılı lokantanın mutfağında çalışan aşçının midesinin orada yemek yemeyi asla kaldırmadığını, siz orada cüzdanlarınızı boşaltıp dans ederken mutfağın tahmininiz ötesinde pis olduğunu bilmeniz çok zor tabii. Gıda üretimi yapılan pis ve sağlıksız mekânları deşifre eden televizyon programında bu denli ‘in’ bir mekânın mutfağını göremezsiniz çünkü. PR ajansı olmayan, PR’ın ne olduğunu bile bilmeyen, yani kendisiyle ilgili algıyı yönetmeyen zavallı bir pastacının mutfağındaki bir tek sivrisinek bile ekranınızı kaplayacak bir büyüklükte gözünüze sokulabilir oysa.

İnsanoğlu artık bunlardan şüphelenme derdinden de uzaklaşmıştır bugün. Sıradan insan da sahte bir “gerçek”le bu sistemin içinde varolabileceğini düşünmeye başlamış, ideallerini bunun üzerinden şekillendirmeye başlamıştır. Kimse gerçekten ‘bir şey’ olmak istemiyor artık. O şeymiş gibi olmayı başarmak yeterli görünüyor artık.

Kaliteli diye satın aldığımız ürün elimizde paralandığında, zayıflayacağımıza yüzde yüz inanarak aldığımız zayıflama hapıyla aynı kiloda kaldığımızda, hayatın ‘sır’rını çözeceğimiz vaadiyle satın alıp okuduğumuz kitapta hiçbir halt bulamayınca canımız o kadar yanmıyor aslında. Ama ilişkilerimize, aşklarımıza, duygularımıza yaptığımız yatırımların gerçekte bir ‘hiç’ olduğunu gördüğümüzde canımız çok yanıyor. Seçimlerimizin, seçtiklerimizin yüzündeki makyaj silindiğinde alttan çıkan asıl “gerçek” fena hırpalıyor bizi. Yine de seçimlerimizi ısrarla vitrinden yapmaya devam ediyoruz. Vitrininin ışıltısı gözlerimizi kamaştırıyor. Vitrinde olan her şeyi değerli sanıyoruz. Hepimiz vitrine çıkmak istiyoruz. Hayat bir vitrine dönüşüyor. Vitrinin dışındakiler de camın öte yanına geçmek istiyorlar. Çok ama çok küçük bir azınlık vitrinin önünde içerideki milyonlarca maymunu hüzünle hatta büyük bir acıyla izlerken, camın içinde kalan çoğunluk onların ne kadar bakımsız, yüzlerinin ne kadar kırışık, pantolonlarının ne de acayip olduklarını söylüyorlar birbirlerine…

cem mumcu