KASIM 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

About 2 years ago

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Haz    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  
YAZILAR

Biri sonsuz yaşama mahkum diğeri de her gün ölmeye. Dünyanın en sıkıntılı iki adamı olduklarından olsa gerek bir şey onları bir yerlerde buluşturmuştu. Birinin adı Nuto diğerininki Orus…

Orus, günün hangi saatinde öleceğini hiç bilmezdi. Her gün ölme deneyimine rağmen bunu hiçbir zaman bilemedi. Diyebilirsiniz ki, “her gün ölüyorsa hiç ölmüyor olmalı?”. Şimdi söylediğiniz şeyi bir daha düşünün öyle saçma şey olur mu? O, gerçekten her gün ölüyor. Üstelik demin de söylediğim gibi asla zamanını kestiremiyor, dahası biçimini de. Mesela düşerek mi ölecek, kalp durmasından mı veya bezelye yerken boğazına takılan bezelye kabuğu yüzünden morararak ve boğularak mı? Ayrıca sürecin nasıl işleyeceğini de bilmiyor. Ne can çekişmeler gördü Orus ya da ne canlar çekişti? Sanmayın ki ölürken, ölmek üzereyken, ölecekken, canı çıkarken herhangi bir ölümlüden ya da herhangi bir “bir kez ölen” den farkı var onun yaşadıklarının. Ölüm gelmeden önce her gün öldüğü fikrini ya da bilgisini öldürüyor önce. Orus her gün ölmeye mahkum olduğu bilgisinden tamamen uzaklaştırılmadan ölmüyor. Acayip korkuyor yani her keresinde. Yeni her gün olması olayı sıradanlaştırmıyor. Üstelik sıradanlaşmaması dışında bir de çeşitleniyor. Ölümün her türlüsü geliyor başına ya da her gün başka bir biçimde ölüyor. Bazıları da intihar oluyor ama orada da gariplik var. Demin “her gün ölmeye mahkûm olduğu bilgisi kaybolmadan ölüm gelmiyor” demiştim ya, o bilgiye sahipken başına gelecek bir ölümün onu bir kez ve son kez öldüreceğini ve lanet olası halden kurtulacağını biliyor. Yani aslında intihar yolu açık, mahkumiyetten kurtulmak için. Gel gelelim, dediğim gibi, bu intiharı o bilgi kafasındayken yapabilmeli. Yüzlerce belki binlerce kez durumunu beyninde tutarak intiharı denedi, öldü de. Ama intihar ve ölüme kadar geçen zaman içinde ne oluyorsa bilgi kayboluyordu. Bir keresinde azmetti evdeki oturma odasını dümdüz, bembeyaz kağıtlarla kapladı. Önce tüm eşyaları boşalttı tabii. Sonra tavanlar ve yerler dahil her yeri kağıtlarla kapladı ve her yer “her gün ölmeye mahkumsun” yazılarını astı. Ama her yere yazdı bunu. Tavana bir çengel taktı, ona da önce iplerle bağladığı “her gün ölmeye mahkumsun” yazılarını astı. Sonra da ipi yine aynı cümlenin yazdığı kâğıtlarla kapladı. Bitmedi. Kendisini de bu cümleyle kapladı. Cinsel organının ucuna tırnaklarına kadar gözünün görebileceği her yerine yazdı. Yani o cümleden başka hiçbir şey kalmadı odada ki bilgiden uzaklaşmadan intihar etsin ve bu kez son kez ölsün. İntihar etti, öldü de; her günkü ölümlerden biri oldu. Çünkü kağıtla kaplı tabureyi ittiği an boğazındaki hırıltıyı ve boynunun kırılma sesini düşünüyordu. Bir başka seçenek daha vardı ki, o da aynı bilgiyi kafasında tutmasını gerektiriyordu. Tamam, diyordu. “her gün öleyim ama ölürken her gün öldüğümü yani yarın yine yaşayacağımı bilirsem hiç olmazsa korkmam.” “ölmemeye de varım yani.” Ama “bu ölmeye de varım.” Cümlesinin ne anlama geldiğini de Nuto’ yu tanıdıktan sonra öğrendi.

Nuto, demin de söylediğim gibi sonsuz yaşama mahkumdu. Yani ölüsüzdü. O da Orus’ u tanımadan önce “tamam lanet olası bir ölümsüzüm ama bari ölme deneyimi yaşasam, ölsem yine canlansam” diye düşünüp duruyordu. Tabii Orus’ u tanıyınca kendinde bu konuda bir şükür duygusu canlanmadıysa da o umudunun da ne mene bir şey olduğunu anladı. Yani aslında birbirlerini tanımaları hiç de iyi olmadı. Umutsuzlukları iyice arttı.

Çok karmaşık ya da çok basit, ama her ikisini de mahveden başka bir şey daha vardı. Orus, ölme anı dışında yine bugün öleceği düşüncesi yüzünden ve ölümün kaygılı beklentisi nedeniyle hiçbir şey yapamıyordu. Bırakın düşünerek, planlayarak yapabileceği şeyleri, en içgüdüsel yaşantılarında bile böyleydi bu. Bir kadının altında, üstünde veya içindeyken bile acaba şimdi mi diye düşünüyordu hatta bu yüzden artık bu noktalara da gelmiyordu, gelemiyordu. Yaşamı –ya da yaşamları demek daha doğru belki- bomboştu. Nuto’ nun durumu çok farklı olmakla birlikte aynıydı. O da ölmeyeceğini bildiğinden hiçbir şey anlamlandıramıyordu. Ne yapmaya kalksa “amaaaan bir gün yaparım, sonra yaparım, önümüzdeki yüzyıl yaparım, zaten bu kadar aman içinde benim yerime birisi yapar” gibi şeyler söylüyordu. Kaybetme olasılığı yokken kazanmayı niye istesindiydi ki? Hiçbir anlamı yoktu hiçbir şeyin. Kaygılanacak hiçbir şey yoktu, bu da onu “hiçbir şey” den başka hiçbir yara götürmüyordu. “hiç” in bile bir anlamı yoktu. Hiçliğin nasıl bir şey olduğunu anlamaktan o kadar uzaktı ki. Belki hatırlamadığı bir zamanda hatırlamadığı sevdikleri olmuştu ve –bari- onları kaybetmekten korkmuştu. Ama çok ama çok uzun zamandır birini sevme duygusu da yaşamamıştı ki –bu lanet hal yüzünden- onu kaybetmekten korksun.

Her şeye rağmen ikisinin de bilinmedik bir kaderi vardı herhalde ki karşılaştılar. Ve Orus o gün Nuto ile konuşurken öldü beklendiği üzere. Nuto “Allah’ın şanslı kulu” diye onun ölüsüne sarıldı ve hatta öptü onu. Başından ayrılmadı saatlerce. Ve çok uzun zaman sonra ağlamayı hatırladı. Ama ona değil kendisine ağladı. Hem de saatlerce. Onu uzun uzun inceledi. Ölü bir bedenin her şeyini görmek istedi. Onu kıskandı hatta öfkelendi ona. Öfke duyunca birini cezalandırmak için ne yapabilirim diye düşündü. Bildiği tek ceza onun canlanması ve ölümsüz olmasıydı. Herkes kızdığı birini öldürmek isterken o bunu istiyordu. Sonra “onun ne suçu var?” diye aklı başına geldi. Yine de en çok özlediği şeyin –ölümün- yanından ayrılmak istemedi. Ve uzun zamandır ilk kez kaybetmekten korktu. Onun çok kısa bir süre içinde –ki bu Nuto için iyiden iyiye kısacık bir zamandı- çürümeye ve yok olmaya başlayacağını düşünüp, üzüldü. “bari ölmüyorum, bir ölüyle yaşayabilseydim” diye düşündü. Orus’ u sakladı ve aklına gelen fikri uygulamak için hemen harekete geçti. Nuto belki ilk kez “hemen harekete geçmek” gibi bir eylemde bulunuyordu. Bu onun için o kadar yeni ve o kadar yabancı bir şeydi ki. Niyeti Orus’ u tahnit etmekti. Sonsuza kadar olmasa bile uzunca bir zaman onunla birlikte olabilecekti böylece. Gereken her şeyi aldı ve döndü. Saat gece yarısını henüz geçmiş, gün devrilmiş, yeni bir gün başlamıştı ve Orus tabii ki canlanmıştı. Şaşkınlık çok sürmedi. Orus ona hemen durumu anlattı. Ve o da Orus’ a anlattı kendi lanetini.

Uzun uzun konuştular. Önce dertleşmeydi yaptıkları, sonra çözüm aramaya başladılar. Basitçe düşünüldüğünde birisi ölmeyi, birisi de her gün ölmemeyi istiyordu. “zıtların birlikteliği nasıl olur acaba?” diye bir cümle çıktı Orus’ un ağzından. İşte o zaman tahnit sözcüğü tekrar aklına geldi Nuto’ nun. “bir başka biçim bulunabilir mi?” diye sordu. Orus, Diyonisos ve Zeus’ u hatırlattı Nuto’ ya ve hemen peşinden “beni içine koy ve dik” dedi.

Orus ve Nuto artık bir kişi oldular. Dolayısıyla yeni bir ismi vardı bu kişinin: Moribundus…

 

cem mumcu

“Hassas Ruhlar Terazisi” kitabından

 

 

Moribundus: (Latince kökenli) Ölme noktasında, ölen, ölümlü, fani.

 

 

Kafalarımızı açmamız lazım. Kendi kafamızdan başlayarak neyi niye yaptığımıza bakmamız lazım. Kendimizi enselememiz lazım. Çok fena yalana bulandık. Sevişeceğimize seksi görünmek istiyoruz. Okuyup idrak edeceğimize bilgili görünmeye çalışıyoruz. İyi insan olmayı değil, iyi bir insan görüntüsü vermeyi amaçlıyoruz. Görünmek istediğimiz şeyi ‘ol’mayı amaçlamadığımız için üzerimize giydiğimiz kostümü çıkarıp yatağa girdiğimizde kendimizle karşılaşıyoruz. Yatağı bir ayna olanlar endişeyle bakıyorlar kendilerine. Kiminin aynası bile yok; çıplaklığına bile örtü geçirmiş, çarşafın altında yatıyor.

Hrant Dink katledilmişti. Bir tanıdıkla buluşmuştuk akşam yemeğinde. Bütün gün cenazeye, yürüyüşe ve bilumum nümayişe katılmıştı, bana onları anlattı. Sonra durdu ve bana dedi ki: “Neyi savunurdu, nasıl fikirleri vardı?” Ben afallamıştım ki bu kez, “İyi biriydi herhalde değil mi?” dedi. Nasılsa hiçbir fikri yoktu. Bunu anlayabilirdim. Ama hiçbir fikri olmaksızın bu tö- renlere katılması ilginçti doğrusu. Orada görünmenin iyi olması yetiyordu, orada olmanın anlamlarını kavramanınsa bir değeri yoktu anlaşılan. Zaten bu kalabalık sonraları Hrant Dink’e Hrant veya sevgili Hrant demeye de başladı. Her nasılsa artık bir politik duruş, bir insanî görüş de pazarlanabilir bir hale gelmişti. Teşvikiye Camii’nde böyle cenazeler olur. Ne ölenle, ne kendi ölümlülüğü ile herhangi bir bağ kurmayan; bir event’e katılırmışçasına gelenler vardır.

Sosyal Sorumluluk Pazarı

Oysa eylemlerimizin anlamı niyetlerimizle belirlenir. Yaptığımız şeyi niye yaptığımız o şeyin içinin ne ile dolu olduğunu belirler. Algıların gerçekliğin üstünü örttüğü, bütün dünyanın bir pazar ve gösteri alanı haline geldiği bu çağın gözden kaçırdığı budur. Bu yüzden mutsuzluğunun nedenini bile göremiyoruz. Düşlerimizin gerçekliğimizden daha sahici olduğu, ama düşlerimizin bile yorumlarının satılık olduğu bu çağda kavramların da içi bomboş. İyi olmak, iyilik yapmak bile kampanya artık. Sosyal sorumluluk kampanyaları yapılıyor. Bunların da bazıları bizim iyi insan, sorumlu vatandaş olma arzularımızı kullanan bir pazarlama tekniği. Pazarlamacılar 21. Yüzyılda yeni bir para toplama canavarı yarattılar. Bizden alışveriş ederseniz yanında bir de kanserli çocuklara yardım etmiş olacaksınız diyorlar. Aslında bu yemle önce malı onlardan almamızı sağlıyorlar. Üstüne bir de onları, yani o markayı “ne kadar da iyi bir marka” olarak tanımlamamızı sağlıyorlar.

Pozitif alışveriş, ethical consumerism, citizen effect, gibi kavramlar peyda oldu. Bir yandan alışveriş yaparken bir yandan kutup ayılarını koruyorsunuz. Yetmiyor bir de kampanyanın yüzü olarak seçilmiş ünlü oyuncunun kutup ayısıyla çekilmiş fotoğrafına bakıp onun da marka değerini artıyorsunuz. Kendinizi, ‘iyi’ hissediyorsunuz.

 

Slacktivizm

Slacktivizm diye bir şeyden bahsedeceğim size. Bu, yeni çağın aktivistlerini tanımlıyor. Öyle bilgisayarın başında oturup Facebook, Twitter, Myspace gibi yerlerde dünyayı kurtarmak için bir yerlere tıklıyorsunuz. Bir takım gruplara katıl tuşuna basıveriyorsunuz. Böylece aktivist oluyorsunuz. Hiçbir efor sarfetmeden kendini mutlu hissetmek ve tatmin olmak için eylem yapan aktivist(?)in adı bu. Slacktivistler arabalarına çıkartmalar yapıştırıyorlar, kollarına bir takım bilezikler takıyorlar. Hatta mümkünse kendi isimleriyle değil nick’leriyle gruplara katılıyorlar. Ne polis, ne nezaret, ne risk. Sen de tıkla dünya değişsin: Dijital kurtuluş(!)

Çaptan düşme korkusu yaşayan ‘ünlü’ler hemen bir sosyal sorumluluğa yapışıyorlar. Hastalıklar seksüalize ediliyor. Meme kanserine dikkat çekmek için memeler açılarak fotoğraf çekiliyor veya sutyenlerin rengi değiştiriliyor. Meme kanseri için yapılan bu çalışma ile memelerini kontrol ettirmek isteyen kadınlar konuyla ilgili sağlık merkezlerine ve doktorlarına para akıtıyorlar. Medya, kampanyanın seksi fotoğraflarını kullanarak tiraj yaratıyor. Fotoğrafları çeken fotoğrafçı da hem aktivist hem sanatçı oluyor. Kampanyaya katılan ‘ünlü’, röportajlar veriyor. Yeni bir sutyen pazarı yaratılıyor. Kanserli çocukların yararına yapılan kampanyanın kokteylinde çekilen fotoğraflar magazin dergilerini süslüyor.

Bunlar adeta oksimoron durumlar. Diyorum ya, kendimizden başlayarak kimin neyi, niye yaptığına bakmamız lazım. Aktivizm veya sosyal sorumluluk adına birşeyler yapan herkesin, her vakfın, her derneğin, her markanın da bizim bunu düşündüğümüzü, sınadığımızı, buna dikkat ettiğimizi bilmesi lazım. İnsanın sahici olana tutunma zamanı yaklaşıyor. Gerçekliğin en temel değer olduğu bir çağa ihtiyacımız var. Yoksa biz birşeyleri tıklayacağız birileri bizi tıklayacak. Tık kültürü, tık eylemleri derken hayat karşısında tıknefes kalacağız.

cem mumcu

Kafe… Masada oturuyorum… Bir kız girdi kafeden içeri… Başım önde bir şeyler karalıyorum. Bakmadım, görmedim, sesini duyuyorum. “Ben bir oregon çayı alıcam” diye seslendi hafifçe. Oregon çayı almak için gelen bir kızdı sadece o. Baktığım zaman başka anlamlar eklenecekti. Onu gördüğüm zaman, ‘oregon çayı isteyen bir kız’dan çok daha fazlası ya da çoğunlukla olduğu gibi çok daha azı olacaktı. Aslında en çok şeye gebe olduğu hali en az bildiğim, en az gördüğüm hali. Az bilgi çok hayal demek. Bir keresinde bir kız görmüştüm; takma ismi vardı. Yani ismini takma bir diş gibi su dolu bir bardağa bırakabilirdi eve gittiğinde. Dans ediyordu… Üstünde zamanla uyumsuz tüllü bir elbise vardı. Onun imgesi, rüyalarımın, hayallerimin, geçmişimin, şimdimin ve geleceğimin; korkularımın ve de ümitlerimin imgeleriyle birleşince çok büyük bir şeye dönüşmüştü. Aşk değil, hüzün dolu bir şeye. Çok sarhoştum. Paris’ten gelen arkadaşım vardı yanımda. Kızı sonra yine görmek istedim. Gördüm de. Ama kafamda yazdığım şeyler, beni de kapsıyordu. O ise, sadece kendini içeriyordu. Gerçek her şeyi azalttı. Hayallerim gitti, geriye o kaldı. Oysa o kendi hayalleriyle, ben de kendiminkilerle daha fazlaydık. Aslında her tanışma, her karşındakini öğrenme azaltıyor bir şeyleri.

İşte, oregon çayı isteyen kız, masamın tam önünde durdu. Başım öne eğik olduğu için paltosunun altından bacaklarını görüyorum. Çiçekli, siyah çorapları var. O artık ‘oregon çayı isteyen; çiçekli, siyah çorapları olan kız’. Oysa ona dair hayallerim, azalıyor her gördüğüm şeyle.

Caddeye, yaklaşan seçimdeki bir adayın bez afişini asıyorlar. Makyajlı, fondötenli ve bol rötuşlu, kırmızı kravatlı bir adamın portresi. O da hayallere seslenmek için kendini bir maskenin arkasına gizlemiş, ama evde altı kösele terlikleriyle oturan halini görmeden edemiyorum sırıtan dişlerinin arasından. Ağzının içinden koca bir hayatı görebiliyorum, çünkü orayı saklamayı unutmuşlar sanırım.

Aslında, birisine ilk gördüğümüz anda aşık olma olasılığımız çok daha fazla; henüz bilgiye bulaşmadan yüzü, elleri, ayakları, ağzı, kokusu, sıcaklığı… Bu hali, tüm hayallerimizi, umutlarımızı ve beklentilerimizi karşılamaya çok uygun çünkü. Tanıdıkça anlıyoruz, onun O olmadığını. Belki en iyisi olmayan birine aşk.

Oysa çiçekli çoraplarının olması içimdeki bir şeylere dokunuyor. Hayallerime çengel atıyor. Çorap ve çiçek kelimelerinin işaret ettiği belki binlerce yerim kıpırdıyor. Ve o, binlerce yerimin açıldığı pencereleri, rüzgarıyla tek tek kıpırdatıyor. Açılan pencerelerden içime dolan güneşi, rüzgarı, yağmuru zaptedemem artık.

Ömrümün geri kalan kısmını bu hayale adayabilirim. Her gece çiçekli çorabı olan bir kızı hayal edip, sadece Oregon çayı içebilirim her gece onu düşünerek. Hatta onun peşinden Oregon’a gidebilir, evi çiçekli kadın çoraplarıyla doldurabilirim. Herkesin delilik dediği bir tutkuyla yaşayabilir, hayallerimi sığdıramadığım bir kafayla uçabilirim. Başka hiçbir kadını arzu etmeyebilir, onun hiç bilmediğim yüzünü, bulduğum tüm kağıtlara çizebilir, ona dair –sadece ona dair- bir roman yazabilirim. Dillere destan bir deliliğin kahramanı olabilirim…

Öyle yapmıyorum. Sıradan ve beklenir olanı; akıllıca olanı, herkesin onaylayacağı şeyi yapıyorum. Kafamı kaldırıp, geri kalan kısmına bakıyorum. Neyin mi? Hem onun hem de hayatımın geri kalan kısmına. Normalliği seçiyorum, gerçeği seçiyorum. Bütün sıkıcılığıyla resmin bütününe bakıyor, aşka düşmekten kurtuluyorum. Bilmemenin verdiği acıdan, aşktan ve delilikten kurtuluyorum böylece. Bilmeyi ve bilmenin verdiği sıkıcı güveni kuşanıyorum üstüme.

Neyse ki hayat var. Geri kalanını asla göremediğim hayat… Hala delilik umudunu içinde taşıyan bir belirsizlik olmayı sürdüren hayat…

cem mumcu

“Hayat Gerçeğe Perde” kitabından

 

 

Herkes kendi meşrebince sever bir diğerini. İnsanoğlu varolduğu günden beri  öyle çok aşk yaşadı ki, sadece ben oturup yazmaya kalksam bildiklerimi, bitiremem bir ömür boyu. Ama yine de kaç çeşit sevebiliriz birbirimizi? Şeyleri anlamak için zaman zaman sınıflandırırız çünkü. Batı düşüncesi -doğuya göre- daha çok sever sınıflamayı, bölmeyi; o yüzden daha iyi anlar insan. Bu anlama zihinsel bir anlamadır gerçi. Yine de daha çok güven verir. Doğu, meseleyi zihnin ötesine de taşıdığı için daha zorludur. Çoğu,çoğu nüfuz edemez. Oysa doğuda “iç” ve “dış” bile kesin çizgilerle ayrılmaz. (Doctor Maximus’u okuyup anlamaya çalışanlar bilirler.)

Batı düşüncesinde aşkın temel anlamda dört çeşidi var. Basitçe anlatmak gerekirse ilki libido. Bu bildiğiniz seks ya da şehvet. Sonra eros geliyor. Bu yaratmaya ve üretmeye dönük ve daha yüksek ve derin biçimi aşkın. Sonra philia geliyor: Daha dostluğa, kardeşliğe yakın bir sevme biçimi. Ve agape: adanmış, karşılıksız, menfaatsiz sevgi.

İdeal olan, gerçek bir ilişki ve aşk deneyiminde bunların hepsinin olması. Libidonun tümüyle bastırılması veya agapenin hiç olmaması gibi durumların nelere yol açtığını aslında sizler de biliyorsunuz. Genellemelerin tehlikesini bile bile “aslında hepimiz yaklaşık olarak bu dördünün iyi oranlarda karıştığı bir ilişkiyi istiyoruz” diyebiliriz.

Bunu çeşitli biçimlerde de günlük hayatımızda dile getiriyoruz. “Artık kardeş gibi olduk”, “Onu seviyorum ama öyle değil” gibi konuşmalarda libido neredeyse hiç yok. Hatta genellikle bu durumlarda gözümüz dışarıya kaymaya başlıyor. Gözümüzün peşinden gidersek aldatıyoruz. Aldatmanın verdiği suçlulukla iyiden iyiye sıkışıyoruz.

Ertesi gün telefonla aranmayı bekleyen sağlıklı kadın, aslında libidosunu yaşadığı adamın eros’unu, philia’sını ve agape’sini teyid etmek istiyor. Erkek de aslında bu dördünün var olduğu bir ilişkiyi vaadettiği için arıyor o kadını.

Oysa bize bir şeyler oldu. Arzu ettiğimiz şeyin derinliğinden korkar olduk.

Bastırılmış cinselliğimizin -üzerindeki örtüyü atıp- nevrotik saçmalıklarını aştık derken, aşktan korkar olduk. Tenimizin arzularını hissetmeye başladık, fakat bu kez de bedenimizi bir makine gibi kullanıp ana hislerimizi yaşayamaz olduk. (Makineler her şeyi yapabilirler ama hissedemezler.) Umursamazlığı, kayıtsızlığı, arzu etmeyişi, heyecansızlığı ‘cool’ bulmaya başladık. Derin ve yüksek olan insanî hisleri ‘ezik’lik olarak görmeye başladık. Bedenlerimiz özgürleşirken ruhlarımız buna eşlik etmedi. Erotik diye tarif ettiğimiz şeyler aslında erotik değil. Eros’u libido’ya kurban ettik bu kez de.

Anne ve babalarımız seksin olmadığı bir aşkı aradılar, aramak zorunda kaldılar. Biz ise aşkın olmadığı bir seksin içinde kavrulmaya başladık. Onlar seksten korktular, biz aşktan korkuyoruz. Aşkı bir istilâ gibi yaşıyoruz. O istilâdan korkuyoruz. Libidomuzu erostan kaçışın bir aracı olarak kullanıyoruz. Ötekine uzanmayan, diğerine karışmayan, -iç sıkıntısını bastırmak için yapılan mastürbasyonlar gibi- diğerinde erimeyen sevişmeler yaşıyoruz.

Aşkın bu dört yönünü birden isterken karşımızdakine bu isteğimizi söylemekten utanıyoruz. Sevişmekten utanmadığımız birine bunu söylemekten çok utanıyoruz! Ruhumuzun çıplaklığını paylaşamıyoruz. Ve o örtük ruhumuzu geçici olarak rahatlatmak için bedenimizi soyup sevişiyoruz.

Bir zamanlar sadece dizgini olan atın şimdilerde dizginlerini boşalttık. Elimizdeki kırbacı şaklatıyoruz bedenine. Onu koşturmayı başardık, oysa dikey düzlemdeki şahlanma isteğini tümüyle unuttuk. Dahası onun hâlâ üstündeyiz. Onun kendisi olmayı, onunla bir bütün olmayı başardığımızda ne dizgin ne kırbaç kalacak. Bunun tek yolu ise bir istila gibi yaşadığımız aşk. Aşk ise kendinden vazgeçenin olabileceği, ‘bir başkası’nın kalmadığı bir bütünlük durumu. Bizi ancak bir başkası istilâ edebilir…

 

 

 

Kediye bir isim koymak lazımdı. Kedi, kediden başka her şeye benziyordu ve kedi kediden başka hiçbir şeye benzemiyordu. Tıpkı senin gibi… İşte bu yüzden bir isim vermek çok güçtü… Ona ‘Öte’ ismini verdim. Çünkü onda, gördüğümden çok daha fazlasının, çok daha ötesinin olduğunu görmüştüm. Daha doğrusu gördüğümü sanmıştım. Yani inanmıştım. İnanmaktan başka bir sözcük karşılayabilir mi halimi? Vehmetmek de diyebilirim. Dersem azalır mısın? Seni çoğaltan, seni sen yapan, seni sen sanan bensem eğer, fark eder mi ki? Zaten aşk dediğin, onu ‘O’ sanmak, ondan ‘O’ na ulaşmak, onu ‘O’ yapmak değil mi? Kendinin ötesinde bir öteye uzanmak değil mi?

Ama niye kimse düşemiyor artık aşka? Herkes aslında ‘O’nu ararken niye bir akşamda tükeniveriyor öteye uzanma ihtimali? Nasıl oluyor da bir gecede bitiyor bütün vehmedişlerimiz? Neden bir insan ‘tek’inde ihtimali kazıp çıkarmak yerine çok insanda ihtimaller arıyoruz? Yoksa ihtimallerin çokluğu mu ihtimali daraltan? Çokluk mu bizi yokluğa mahkum kılan? Çoklukta tekliği bulabilir miyiz? Derinlerde veya tepelerde aradığımızı, ancak dalarak veya uçarak bulabileceğimizi bize unutturan ne? Yatay düzlemin geniş ve sınırsız gibi görünen yüzeyinde rastgeldiğimiz olasılıkların çokluğu mu yoksa? Hepimiz ‘O’nu ararken neden kimse kimseye ‘O’ olamıyor? “Bu da O değil,” dedikçe, bir başka ‘O’ olma olasılığını kolaylıkla bulup, onu da tüketebildiğimiz için mi? Hepimiz hepimize birbirimizi tüketme fırsatını kolayca verdiğimiz için mi? Yenisini kolayca bulup, kolayca aldığımız için hiç emek vermediğimiz bir eşya gibi ya da sadece kapağına bakıp hiç okumadığımız; ama sırf bu yüzden içindeki olasılıkları görmediğimiz, göremediğimiz, -belki de yaşamın sırrını anlatan bir kelimeyi- gözden kaçırdığımız bir kitap gibi…  Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ve sonsuza kadar akacağını düşündüğümüz bu su, bizim dibi delik kovamızı doldurabilir mi?

Oysa seni bulmanın, senin ‘O’ olmanın yolu sende durmayı, sende beklemeyi, sende terlemeyi, sende uçmayı, sende boğulmayı istiyor. Seni benden başka kimse, beni de senden başka kimse ‘O’ kılamaz çünkü.

Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana birşey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi, seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum. Anahtarı ikimizde de olan bu kelepçenin bizi bağlamasını isteyişimizi, kelepçenin şakırtısını duymayınca ikimizin de gözlerinde beliren korkuyu seviyorum.

Kediye ‘Öte’ ismini koydum. Onu yaşamla ölümün, özgürlükle mahkumiyetin, bilinenle bilinmeyenin, çoklukla tekliğin, gitmelerle kalmaların tam arasında gördüm. Hem cesurdu hem de tedirgin. Seçim yapması gerekti çünkü. Seçmek özgür olmak demekti. Özgürlük ise zor işti. Sorumluluk demekti çünkü. Başka bir ihtimal yokken seçmek yoktu. Oysa bir ikincisi bile çıkması ihtimallerin seçmek demekti artık. Üç şey yapabilirdi güzeller güzeli ‘Öte’ cik… Bunlardan ikisi onu  öyle ya da böyle mutlu ederdi. Üçüncüsü onu mutsuz kılacak tek seçenekti.  Benimle gelmek veya orada kalmaktı yapabileceği iki şey. Üçüncüsü tam orta yerde beklemesi olurdu. Benimle gelse orada yaşayacaklarını, orada kalsa benimle yaşayacaklarını kaçıracaktı; ya da benimle gelse beraber yaşayacaklarımızı, kalsa orada yaşayacaklarını kazanacaktı. Ama her ikisini de yapmayıp tam yol ayrımında bekleseydi, sadece bekleyecekti. Hangisinin daha iyi bir fırsat, hangisinin daha iyi bir ihtimal olduğuna bir türlü karar veremediği için bekleyen ya da o kavşakta ayak üstü sevişenler gibi… Ya şunu kaçırırsam diye her gün sevişip aslında kimseyle gerçekten sevişmeyen, sevişmeleri asla kovalarını doldurmayanlar gibi… Herkesin, herkesin içine girdiğini sanırken; kimsenin, kimsenin içine girmediği giremediği o bomboş sevişmeler gibi. Yolların çokluğundan kararsız kalıp oradan dönme özgürlüklerini görmedikleri için korkarak kavşakta bekleyen, seçecekleri bir yolda görecekleri binlerce güzelliği kaçıran ya da o yolun devamındaki binlerce yeni ihtimali ıskalayanlar gibi… O ‘ıssız’ denen korkak ‘adam’lar ve o korkak kadınlar gibi…

Kedi, beni tercih etmese de ‘Öte’ ismini hak etti…