Çağın en garip hallerinden biri: duygusallığın ardına saklanan gerçek ‘duygu’lar. Bolca duygu dolu lafın, ‘şiirimsi’nin ortada gezindiği bir dönem yaşıyoruz. Slogan düzeyinde aşkla ilgili aforizmalar, yurt sevgisi ile ilgili abuklamalar. Rollo May çağın bireylerini güzel tanımlıyor: “Sorunları hakkında kıyamet gününe kadar konuşabilecek kişilerdir ve genellikle deneyimli aydınlardır; ancak gerçek duygularını yaşayamazlar.”
Etrafınıza bir bakın. Gerçek duygulardan -güya- duygusallıkla kaçanları ve duygularını duygusallıkla örtenleri göreceksiniz. Onları, bir kısım çok seviyor. Medyanın en çok kullandığı figürlerden başlayın. Ortalık ağlayan, bağıra bağıra şarkı söyleyen ve konuşan şarkıcı ve türkücülerle dolu. Hüzün pozlu romancılar, içi yanmış tiyatrocular, çenesi titrerken birden bire kreşendo tarzında isyankâr çığlıklar atan “şairimsi”ler… Ve aforizma yiyip aforizma boşaltan köşe yazarları. Bunun üstüne bir de bütün bu -mış gibi duygularla galeyana gelen, gelmiş gibi yapan, gelmekle nemâlanan, gelsin diye oraya toplanmış seyirci…
Bunların özünde şiddet olduğunu hiç düşündünüz mü? Ve bu şiddetin, bu yüksek sesin nasıl gerçeği örttüğünü, konuşulası bir şey bırakmadığını; bizi derinliksiz ve ilişkisiz bıraktığını hiç aklınıza getirdiniz mi? Bu “yüksek sesliler”in, sağduyulu, olgun ve düşünen çoğunluğun sesini nasıl bastırdığının farkında mısınız?
Meselelerimizin gündeme nasıl geldiğine bir bakın. Düşünce düzeyinde konuşabiliyor muyuz? Maalesef hayır. Bize, ya olay lazım ya da kişi. Düşünsel düzlemde tartışmaktan sıkılıyoruz. Derinleşmek istemiyoruz. Okuduklarımızı anlamıyoruz. İçinden slogan ayıklamaya, dedikodu çıkartmaya odaklıyız.
Şimdi “twitter”ımız var bir de. Yüz kırk karakterle sınırlı bombacıklar atmaya çalışıyoruz. Orada da yavaş yavaş şiddete meyletmeye başladık. Çok yakındır “Twit at, izi kalsın,” diye bir meselimiz olacak. Yine Rollo May’den alıntılayalım: “Kitle iletişiminin yabancılaşmış durumunda ortalama bir vatandaş, her akşam oturma odasına gülümseyerek gelen düzinelerce televizyon karakterini tanır; fakat o hiç tanınmaz”. İşte bu kimseyi etkileyemeyen, kimseye dokunamayan isimsiz ve yalnız birey, yabancılaşmasına, “Senin beni görmeni, benim de burada olduğumu bilmeni sağlayacağım,” biçiminde şiddetli bir ses tonu içeren bir çare arar. Bunun için suç bile işleyebilir. Artık nefret edilmek bile beğenilmek kadar değerlidir. Çünkü isimsizliğe, yalnızlığa ve ilişkisizliğe bir çare sunar. Öyle çocuklar bilirim: Annesi babası ona vursun diye yaramazlık ederler. Çünkü tokat yerken de olsa birisi ona dokunmaktadır.
Bilinen, tanınan yani ismi olanların bile bu ilişkisiz ve yalnızlık dolu kalabalıkta öne çıkmak, görünmek, bilinmek için şiddete, şiddetli kelimelere, sloganlara, bağırtılara hatta böğürtülere başvurduğu bir çağda yaşıyoruz. Kimsenin sıradanlığa tahammülü yok. Kimse sıradanlığın içindeki derinliği hatırlamıyor. Hep birlikte daha çok “ben de buradayım”, “lanet olasıcalar ben de varım” demeye çalışıyoruz. Varlığımızı ancak hoyratlıkla işaretleyebiliyoruz. Twitter iyi okunduğunda garip bir sosyal veri deposu gibi. Kendini gösterme gayretinin, düşüncenin veya duygunun önüne geçtiği zaman ortaya çıkan twitler var mesela. Aslında ne okuduğunu anlayan ne de yazdığına inanan; dahası yazdığının ardını arkasını doldurmayan 140 karakterlik bağırtı, çatırtı, gürültü, saldırı ifadeleri var. İyi bakıldığında derdin yazılanla, yazılanın içeriğiyle hiç mi hiç ilgisi olmadığını görebilir mahir bir akıl.