Yalom’un önemli bir saptaması var: “Bugünün bireyleri bastırılmışlıktan çok özgürlükle başetmek zorundalar.” Rollo May, ‘Aşk ve İrade’ kitabının özellikle aşk bölümünde meseleyi enine boyuna ve sapasağlam biçimde anlatıyor. Üzerinde çok durulması, iyice açılması gereken bu hali ve sonuçlarını o denli fazla görüyorum ki… Ve fakat bütün okların başka bir yönü gösterdiği bir yerde, maalesef hem anlatması hem de anlaması zor görünüyor. Ve hatta yerine koyduğum önerinin eskiye dönmek olduğunu düşünmek gibi yalınkat bakışlar, yorumlar ve itirazlar da oluyor. Bir zamanların cadı avcıları şimdinin avcı cadıları olmuş görünüyor. Oysa yeniden başka bir bastırma süreci içindeyiz. Özgürlük insanı bastırır mı?
Önce yaşamına bakıp sağlam bir içgörüyle geçmişini anlatan bir kadının size söyleyecekleri var. Bu mektubu yazmasını ben rica ettim kendisinden : “Hayattan beklediğim ne varsa, hepsine ulaşmak için yoğun bir çaba sarfediyordum. Ulaşamadıkça hırsla boğuluyordum. Çabam, beni peşinden sürükleyen bir hayvana dönüşmüştü. Hırpalanıyor, parçalanıyor ve ard arda gelen hayal kırıklıkları yaşıyordum. En çok istediğim şey, sevmek ve sevilmekti. O kadar sabırsız ve o kadar öfkeliydim ki sevgiye karşı, ona sahip olmak bir savaşçı olmayı gerektiriyordu sanki. Yakıp yıkmak gerekiyordu. Kalbimin ne istediğini biliyordum ama bu isteğime uygun eylemler ne ise, ben tam tersini yapıyordum. Sonsuz aşkı arayan bir kadın gibi sağlam ilişkiler kurmaya çalışmak, gerekirse yıllarca beklemek yerine; aşkı değersizleştiren ve duygudan yoksun ilişkiler içinde mucize olmasını bekliyordum aptalca. Bugün, aşkı istemek, onun için beklemek, başka hiçbir şeye şans vermemek; zayıflık… Kimse kimseye söyleyemiyor asıl aradığının bu olduğunu. Söylersem, herkes kaçar etrafımdan, yapayalnız, daha da yalnız, daha da terkedilmiş olurum. En değerli olanı değersizleştireyim de bitsin şu karın ağrısı. Aşk için umutlanmaktansa, onu yok edeyim de bitsin.Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu korkaklığın ve savurganlığın hiçbir şekilde ayıplanmadığını görüyorum. Ayıplamak bile ayıpmış. Aksini iddia edecek kimse yokmuş. Herkes, yalnızlıktan korktukça daha da yalnız kalmış. Aşkın yokluğu, yalnızlığı gerektirir oysa ki, oyalanmayı kabul etmez. Onu istiyorsam, o gelene kadar hiç korkmamalıydım.”
Bu aralar ne çok karşılaşıyorum sağlam ve düzgün bir ilişkiyi arzulayıp bunu istiyormuş gibi görünmekten kaçınan, hatta tam tersini istiyormuş gibi davranan kadınlarla. Garip değil mi? İnsanın asıl istediğine bakmaması ya da bakıp gördüğü halde ifade edememesi. Dahası yaşamını arzu ettiği biçimde sürdürmeye dönük eylemler yerine başka bir biçime mahkum kalması. Kendini buna mecbur hissetmesi.
Bazen dostlarıma soruyorum ve diyorum ki: “Bak burası hem havaalanı hem otogar hem liman ve aklına ne geliyorsa. Söyle nereye gitmek istiyorsun, Amerika’ya mı, Nepal’e mi? Yoksa bir dağa mı tırmanacaksın? Bir gemiye mi ihtiyacın var, bir eşeğe mi? Hatta bak bana. Dön ve bak bana. Ben senin eşeğinim. Gitmek istediğin yere gidebilecek bir binek miyim gerçekten? Öyleyse bin sırtıma. Yoksa bence vakit kaybetme benimle. Ama bir karar vermelisin. Hem Miami’ye hem de Bangkok’a aynı anda gidemezsin. Karar vermelisin ve verdiğin kararın sorumluğunu alıp bir şeyleri kazanıp bir başkasından vazgeçmek durumundasın.”
Psikanalist Dr. Allen Wheelis güzel anlatıyor konuyu: “Bazı insanlar dörtyol ağızlarında oturur, aynı anda ikisine de giremedikleri için iki yola da giremezler, orada yeterince uzun süre otururlarsa yolların sonunda birleşeceği ve böylece her ikisini seçmenin de olası hale geleceği yanılsamasının tadını çıkarırlar. Olgunluk ve cesaretin büyük bir kısmı böylesi feragatlerde bulunabilme yeteneğidir ve aklın büyük bir kısmı da insanın mümkün olduğunca az şeyden vazgeçmenin yollarını bulma yeteneğidir.”
Kararlarımız olasılıkların azaldığına, sınırlılığına vurgu yaptıkları için bir anlamda kayıp ve ölüme yakındır. Bu yüzden kararlarımız aynı anda kayba ve acıya da teyellidir. Ama bilmeyiz ki acıya, kayba değmeyen yerde aşk yoktur, coşku yoktur hatta hayat yoktur. Vermediğimiz bir nefesi alamayız çünkü.
Ve son olarak yine size özel yazılan o mektuptan bir bölümle bitirelim: “Duygularımızı hissettiklerimizi ifade etmekteki özrümüz… ‘Ne hissediyorsun?’ denildiği zaman düşünsel şeyler çıkması içimizden… Duygularımızı hep bir suçlulukla kapatmamız. Çünkü istemek suçluluk getirir. Duygularımızı da doğru ifade etmeyi beceremediğimiz için sahip çıkamıyoruz onlara. Aşkı istemeye sahip çıkamadığımız gibi. Yollarda kaybediyoruz onu, ya da cebimize sokup saklıyoruz. Duygularımızla olan bağımız kopuk. Sanki hislerimiz Sanskritçe’ymiş, biz de Türkçe konuşuyormuşuz gibi. Anlamıyoruz onları. Korkuyoruz onlardan. Saklıyoruz. Ve diğerleri de bizim gibi oldukça biz de onlar gibi oluyoruz gittikçe.”
Şimdi şunu sormamızın tam yeri: Gerçekten özgür müyüz?
Abraham Maslow’un ortaya koyduğu ihtiyaçlar hiyerarşisi sıklıkla bir piramit olarak düşünülür. En temel ihtiyaçlar piramidin tabanında yer alır. Nefes almak, yemek, içmek, ısınmak, barınmak gibi fizyolojik ihtiyaçlardır bunlar. Varsayıma göre açlık içinde birinin daha üst düzeydeki bir arzuya yönelmesi pek olası değildir. Bir üstteki katmanda güvenlik vardır. Eğer kişi kendisini, ailesini ve içinde bulunduğu toplumu güven içinde hissederse bir sonraki katmandaki ihtiyaçları tatmin etmeye yönelebilir. Üçüncü katmanda ait olma ve sevgi gereksinimi vardır. Yani yaklaşık olarak başkalarıyla ilişki kurmak, kabul edilmek ve bir yere ait olmak… Daha da yukarı çıkıldığında saygınlık ve değer gereksinimi vardır ki bu prestij, başarı, yeterli olmak, başkaları tarafından tanınmak ve benimsenmek gibi ihtiyaçları içerir. Piramitin en tepesinde ise kendini gerçekleştirme gereksinimi vardır.
Aslında anlaması çok kolay. “Aç ayı oynamaz” sözünden gidin. İnsan, bir alt katmandaki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, yani kişilik düzeyine geçemez. Birey için o an baskın olan gereksinimler hangi katmana ait ise, kişiliğin gelişmişlik düzeyi de onun tercihinden bağımsız olarak bu gereksinim katmanına karşılık gelen düzeyde olabilir (istisnalar dışında). Yani denmektedir ki: karnını doyurabilen ama ciddi biçimde güvenlik sorunu olan birinin kendini geliştirmeye dönük bir kitabı okuması pek de beklenemez.
Piramitin tepesindeki katmana gelelim: Kendini gerçekleştirme… Teoriye göre kişi ancak diğer ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, kendini gerçekleştirmeye odaklanabilir.
Kendini gerçekleştiren insanların özellikleri nelerdir?
Kendi özelliklerini kabul etme ve demokratik dünya görüşü: Kendini gerçekleştirmiş insanlar, geçmişleri, şu anki konumları, sosyoekonomik ve kültürel düzeyleri ne olursa olsun kendilerini ve diğerlerini oldukları gibi kabul etme eğilimi gösterirler. Suçluluk duymadan ve kısıtlamalardan uzak biçimde, kendilerinden ve hayatlarından keyif alırlar.
Gerçekçilik: Kendini gerçekleştirmiş insanların bir diğer özelliği, gerçekçilikleri. Bilinmeyen veya farklı olan şeyler karşısında korkulu olmak veya yok saymak yerine, mantıklı bakış açısı sergilerler.
Problem odaklı olmak: Yine bu kişilerin, kişisel prensipleri ve sorumluluk bilinçleri gelişmiştir. Gerçek problemlerle uğraşmaktan zevk alırlar ve diğer insanların da hayatını güzelleştirmek isterler.
Doruk deneyimleri: Bu kişilerde sıklıkla doruk deneyimleri olur. Doruk deneyimi çoşku, merak ve huşu yani handiyse dehşetle karışık saygı, zaman ve mekan kavramının unutulması gibi hislerle belirlidir. (Ki bu ayrı bir yazı konusu)
Otonomi: Bu kişiler diğerlerinin mutluluk ve memnuniyet tanımlarına uymak zorunluluğu hissetmezler. Bu otantik bakış açısı, kişinin o ânı yaşaması ve her deneyimin güzelliğini takdir etmesine sebep olur.
Tek başınalık ve gizlilik: Bu kişiler tek başınalıktan (yalnızlıkla karıştırılmamalı) zevk alırlar ve gizliliğe önem verirler. Diğerlerinin dostluğundan zevk alırken, kendilerine zaman ayrımak, kendilerini keşfetmeye önem vermek gibi öncelikleri de vardır.
Derinlikli mizah anlayışı: Kendilerine ve durumlara gülebilirler ama başkalarının duygularıyla dalga geçmezler.
Spontanlık: Açıklık, geleneklere yapışıp kalmamak ve spontan olmak. Genel kabul gören sosyal beklentileri gerçekleştirmek için düşüncelerinde ve davranışlarında kendilerini hapsolmuş hissetmezler.
Yolculuktan keyif almak: Somut bir hedefleri olsa da, olayları başı ve sonu olan şeyler olarak görmezler. Bir şeyi başarmak için çıkılan yol da önemli ve keyiflidir.
Bütün bunlara ne kadar yakınsınız bir bakın. Ve fakat piramidin en tepesini arzu edenlere bir şey söylemeliyim. Orayı var etmek için geçmeyi beklediğiniz alt katmanlara ne gibi yükler ve beklentiler eklediğinize bir daha bakın. Güvenlik veya ait olma gereksiniminiz, sizin için ne zaman tam anlamıyla tatmin olacak? Daha üst katmanı harekete geçirecek doyum halinize ne zaman ve ne ile ulaşacaksınız? Etrafımızdaki bir çok şey, o katmanları iyice büyütüp genişletirken hangi noktada bir üst katmana hazır hissedeceksiniz kendinizi? Dahası size bir sır vereyim isterseniz. Benim bildiğim, gördüğüm, tanıdığım kendini gerçekleştirmiş bireylerin hemen hemen hepsinin temel özelliği alttaki katmanları bir güzel, tıkabasa yaşamış, halletmiş, doldurmuş olmaları değildi. Bir biçimde o katmanları çokca değil anlamlı biçimde doldurmuşlar, hatta bazılarını önemsiz hale getirmişlerdi. Güvenlik gereksinimi katmanını geçmek için kapısında güvenliği olan bir sitede oturmayı veya ölümsüz olmayı beklememişlerdi. Hele hele ait olma gereksinimi içeren katmandan beklentileri hiç de fazla değildi. Zaten bu katmandan beklentisi fazla olan birisiyle piramidin tepesine ait olan özelliklerin nasıl da çeliştiğini anlamışsınızdır.
cem mumcu
Kimi ruhlar çarmıha gerilidir. Kadim yaraları yüzünden yeniden ve yeniden gerilirler her iki koldan birer çiviyle. Birisi paslıdır çivinin. Onu çıkarmak hem zor, hem acılıdır. İki kolun asıldığı ve ruhu geren; gerdikçe çatlatan bu çarmıhın çivilerinden biri arzu, diğeri gereklilik; ya da biri aşk, öteki onaydır çoğu zaman. İçin için yansa da istediği yöne meyletmek için öteki paslı çivi tutar biteviye.
Birini koparmalı, birini sökmelidir. Yoksa daha fazla dayanamayacaktır. Sökülmeye aday olan taraf çoğu zaman yeni çividir. Arzu çivisi, onay çivisinden daha kolay sökülüp atılır. Daha az korkutucudur onu sökmek. Kendini yok etmek de olsa daha az suçluluk vardır o yanda. Eski esarete boyun eğmek yine de çarmıhtan kurtulmak olacaktır çünkü.
Ve fakat yeni bir çarmıh daha vardır: Nasıl yapmalı? Sorumluluk almadan, suçluluk hissetmeden… Kendini yok etmek isteyen, bunun da bulur bir yolunu. Bilir, öğrenmiştir çünkü paslı taraftan bunu yıllar boyu. Hataya zorlar ite kaka taze tarafı. Böylece kendi yapmamış olacaktır olanı biteni; kendi almayacaktır ne suçu, ne de sorumluluğu…
Aslında ortada tek çivi vardır. Geçmişin çivisi… Hiç kopamadığı… O yüzden yerleşemez ruh yeni bir eve, yeni birine, yeni bir ‘biz’e. Ne kadar yerleşse o kadar çarmıh olacaktır. Bilir bunu içten içe… Geçmişin bilindik acısından daha ağır ve fazla gelir özgür ve sorumlu olmanın acısı zira.
İstemese de, istemediği yerde olsa da, istemediklerini yapsa da daha az korkuludur bilindik boyun eğiş ve tanıdık pranga. Zaten yeni olan tarafta da aranan bağlılığın, güven ve aidiyetin aynı zamanda ruhu bağlayan, kıskıvrak eden iplere döneceğinden de korkmaktadır. Kadim olan eski acı ise bilindik olandır aynı zamanda. Zaten hep acıyan, hiç durmadan acıyan… Dahası “Ya çivisiz kalırsam?” der ruh. Kendi özgürlüğünden de korkar çünkü. Sınırlarını hep başkalarının koyduğu bir yaşamdan çıkarsa kendi sınırlarını koyamayacağından korkar. İlle de bir çivi ister koluna, kendi sınırsızlığından ürktüğü için.
Çivi acılıdır. Ama güvenlidir. Çünkü o karar verir, orada durmasına kanata kanata da olsa. “Ya özgür kalırsam?” diye korkar. “Kendim karar vereceğim nerede olacağıma ve de ne yapacağıma.” “Ve o zaman katlanacağım sonuçlarına.” Çünkü bilir ki özgürlüktür aslında sorumluluk gerektiren. Çivi sorumluluk değil zorunluluktur zira. Karar gerektirmeyen bir esarettir. Ne itiraz, ne talep vardır orada. Sadece bir kafesin güvenliği ve bir kaç tane yem…
cem mumcu