Yüce Kantaron sülalesinin en küçük ama en ümitle istenen, sırtına beklentinin, omuzlarına olması gerekenlerin ağırlıkları yüklenmiş olarak doğan çocuğunun öyküsüdür bu.
Ona Kantaronların sonuncusu gözüyle bakılabilir veya Kantaronların devamı ya da devam etme imkânı. Doğum tarihinin hesaplanması için toplanan konsültasyon grubunda sekiz doktordan başka iki matematik alimi, üç astrolog, bir kimyacı, iki simyacı ve beş buçuk ilâhiyatçı vardı. Hesapların doğruluğunu sınamak için bir üst konsey vardı ki, o da toplam üç kişiden oluşuyordu. Onların ilimleri konusunda kimsenin bilgisi yoktu. Yapılan tüm konuşmalar katipler tarafından kayda geçirildi. Katiplerin kayıtları inceden inceye, kıymık kıymık, soğan zarı gibi dıştan içe incelendi. Her şey onun doğumuyla yoluna girecekti, daha doğrusu -ya da söylenmeyen asıl cümle- “yoluna girmeliydi”. Başka çare yoktu.
Cinsel birleşmenin olacağı gece malikâne çok kalabalıktı. Nisaiyecilerden, asabiyecilere, din adamlarından, cerrahlara ev hınca hınç doluydu. Ritim saz ekibi koitusun yani cinsel birleşmenin ritmini bilim adamlarının tarif ettiği biçimde çalmaya başladığında sanki bütün o koca ev birleşen bir çift haline gelmişti. Ritmin aksaması son Kantaronun beklendiği gibi olmasını bozabilecek etkenlerden sadece biriydi. Ritim ekibi bir kös, üç davul, üç çevgan, yedi zil, sekiz zilli maşa, altı parmak zili, iki çalpara, iki nakkare, on iki kaşık, üç kudüm, beş daire, iki nevbe, üç bendir, altı def, yedi darbuka, dört kase, altı fincan ve birbirine vurulan, sürtülen ve de sallanan adını bilmediğimiz diğer on sekiz aletle toplam doksan sekiz kişiyi buluyordu. Doksan dokuzuncu kişi olan ritim ekibinin şefi yatak odasının içini izleyemeyeceğinden, aradaki bağlantıyı kurmak için üst kattan alt kata kulaktan kulağa bir zincir oluşturulmuştu. Tam elli sekiz insan ya da daha doğrusu yüz on altı kulak bu iş için merdivenleri de içeren uzun bir zincir olarak görev almıştı. Yüz on altı kulağın üst kattaki birinci halkası, aynı zamanda kapıda açılmış delikten bakan bir gözdü de ve bu tabii ki kayınvalide Kantarondu.
Ritmin durduğu anda içeride kalış süresinin tamı tamına 18,2 dakika olması planlanmıştı. Hesaplardan çıkan sonuç böyleydi çünkü. Sonra taze ve güzel gelin içeriye giren dört hizmetçi tarafından tarif edildiği üzere başı üstüne hiç incitilmeden çevrilecek ve beklenen bebeği oluşturacak tohumları içeren mayi, bir katresi bile ziyan olmadan, gitmesi gereken boşluğa dolacaktı. Hangi tohumun rakiplerini geçerek döllemesi gerektiği konusu çok önemliydi. Bununla ilgili olarak düşey atışla yapılan fizik deneyleri sonucu, nisaiyeciler ve genetikçilerin de onay vermesiyle kabul olunmuştu. En ağır, en büyük tohum yumurtaya önce girmeliydi. Onun aynı zamanda yerçekimine en yenik düşmüş olan tohum olacağını kimse düşünmedi tabi.
Tohumun tam da hesaplanan günde ve saatte delmesi, girmesi gereken yere girdiğine ikna olunduğunda, taze, beyaz tenli, son Kantaronu batnında taşıyıp besleyecek kadar tombul, kilo alıp sorun yaratmayacak denli zayıf olan, seçilmiş gelinin yeni görevleri başladı. Tohumun rahmine düştüğü o andan itibaren tüm saatleri, dakikaları hatta neredeyse saniyeleri önceden belirlenmiş bir dokuz ay on gün geçirecekti. Bu süre boyunca kaderi bile işleyemezdi, azrailin bile geliş yolları sımsıkı örülüp kapatılmıştı. Karar, istek, vazgeçiş, imkanlar arasından seçiş, arzu, reddediş hepsinin durduğu, durdurulduğu bir dönem başlamıştı. Beklenmedik olan, akışın getireceği rastlantısallık bile yoktu. Ölüme bile dönüşemezdi yaşamı, ona bile hürriyeti yoktu. Bedeninin her organı, o organdan sorumlu hekimlerce kontrol ediliyordu. Sağ böbreğinden sorumlu üç bevliyeci, sol böbreğinden sorumlu üç bevliyeci vardı dersek durum daha iyi özetlenebilir belki. Sadece bilim değildi, kaderin işlek yollarını ara sokaklarına kadar tıkayan. Yüksek ücretle çalışan her din ve inançtan mistikler de görev başındaydı. Tanrı’ya ve kadere karşı birleşmiş paralı din adamları ve kadınları da oradaydı. Allah, Tanrı, Buda hatta Güneş tanrısı ve hatta yeryüzünde epi topu altı kişi kalmış bir kabilenin taptığı saparna kökü bile iradeleri karşısında durulmuş tanrılar arasındaydı.
Her türlü ayrıntısı düşünülmüş bu dönemin tüm ayrıntılarını size anlatmayacağım. Zaten tümüne de tanıklık etmedim, edemedim. Çünkü kovuldum, sürüldüm. Öldürülebilirdim bile. Çünkü gelinin ölme isteğini fark etmiş ve ona yardım etmeye niyetlenmiştim. Onları ruhumun gazabıyla korkutarak kurtuldum. Ruhumun gazabı ise tamamen uydurduğum bir şeydi. Ama inandılar. Hayatın ve kaderin üstünde iktidar kurmaya çalışanların birinci zaafları budur çünkü. Korkak olurlar. İkinci ve büyük zaaflarını sonra açıklayacağım. Beni sürüp hadi git demediler tabii. Başka bir kıtaya kadar götürüldüm ve oraya bırakıldım. Ve bırakıldığım andan başlayarak da geri dönüş yoluna çıktım. Hesabı biliyordum, dokuz ay onuncu güne yetişmeliydim. Sadece bir saat geciktim.
Vardığımda fark edilmedim bile. Malikânede bir karnaval vardı. Çocuk doğmuştu ve de istenildiği gibi oğlandı. Salonda bedenlerinin üst kısmı çıplak bir sürü kadın vardı. Hepsi kocaman memeli bir sürü kadın. Yani bir sürü süt anne. Ben üst kata koştum. Ama yetişemedim. O gitmişti. Bebek doğmuş ve göbek kordonu kesilmişti. Kendini boğmak için o kordonu kullanmıştı. Görevini tamamladığı anda yalnız kalmış ve yapmıştı. Onu sırtıma alıp ben çıkardım malikâneden. Tek kişilik bir cenaze töreniydi.
Kantaronların devamının öyküsü Kantaronlar için trajiktir. Benim içinse eğlenceli. Çünkü o, Kantaronların devamı değil sonuncusu oldu. İktidarın ikinci zaafı, hiçbir zaman her şeyi kontrol edememesidir. Her zaman hesap edilmemiş veya kendi zaferini ilan edecek bir ayrıntı mutlaka çıkar. Küçük Kantaronun yaşamı annesininki gibi ve annesininki kadar kontrol altında geçti. En ince ayrıntısına kadar hesaplanmış bir bebeklik ve çocukluk dönemi geçirdi. Ama ilkin bahçıvanın kulübesinde yakalandı onunla birlikte. Bahçıvan öldürüldü. Cinsel tercihini değiştirmesi için tüm bilim adamları çalıştı. Dünyanın en güzel kadınları getirildi. Akla hayale gelmeyecek zorlamalara maruz kaldı. Sonunda cinsel organını kesti. Kayınvalide Kantaron intihar etti. Kalabalık bir cenaze töreniyle gömüldüğü anda, biz yakışıklı delikanlıyla kestiği penisini, annesinin yanına defnediyorduk. Ve ne gariptir, ikimiz de gülümsüyorduk. İktidar hiçbir zaman bu kadar somut olarak öldürülüp gömülmemiştir herhalde.
cem mumcu, sahici aşklar külliyatı, kitabından
Onun böcek merakı ilkokulda başladı. Teneffüslerde herkes top oynarken o böceklerle oynuyordu, derslere de cebinde böceklerle girip tüm saat boyunca onlarla ilgileniyordu. Öğretmenin onu bu nedenle kaç kez dövdüğünü hatırlayamıyorum. Üçüncü sınıftan itibaren böcek merakı başka bir şekil almıştı. Herkes dışarıda olduğunda o sınıfta kalıyor ve sıraların altında adeta bir böcek gibi sürünüyordu. Şimdi bakıyorum da aslında buna sürünmek denemez basbayağı süzülüyordu. Süzülme yeteneği arttıkça konuşması azalıyordu desem yalan olmaz. Yani gitgide konuşmaz olmuştu, böcek gibi bakıyor, hatta böcek gibi sesler çıkarıyordu. Yıl sonu geldiğinde de biz karıncalar sınıfı geçiyorduk, o ise ağustos böceği misali zayıfla dolu bir karne alıyordu. Bütün bunlara rağmen şaşırtıcı olan içten içe hepimizin onu belki biraz da kıskanmamızdı, çünkü hiç de mutsuz görünmüyordu. Mesela onca dayağa rağmen hiç ağladığını görmedik, yalnız olmasına karşın canı sıkılıyor gibi de görünmezdi bize.
Üçüncü sınıfın sonunda sanıyorum okuldan alındı ya da atıldı. Ve ona bir daha rastlamam beş yıl kadar sonra oldu. Yeni bir mahalleye taşınmıştık ve oradaki çocuklarla yeni yeni arkadaş olmuştum. Pazar günü maç yapar mısın teklifine balıklama atlamıştım. O gün orada, yani maç yaptığımız arsada birden “kınkanatlı geliyor” diye bir bağırtı duyduğumda aklıma gelen ilk şey, size garip gelebilir ama, oydu. Dönüp baktığımda ellerini ve ayaklarını garip ve de inanılmaz bir şekilde kullanan bu garip canlıyı gördüm. Dört ayak üzerinde diyebileceğim bir pozisyonda, emin olun en az ayakta yürüyen bir insan kadar düzgün ve hızlı hareket ediyordu.
Aradan yine yıllar geçti. Artık bedeni bu biçime o denli uyum sağlamıştı ki ona bakınca beklenmedik yerlerinde şaşırtıcı kemik çıkıntıları ve hatta eklemler görebilirdiniz. Durumu nedeniyle hiç doktora götürüldü mü diye merak ettiğimi ve bunu bizim mahallenin buluşma mekanının da sahibi olan bakkal İzzet’e sorduğumu hatırlıyorum. Cevabı hayırdı, ailesi sanki bir böcek doğurmak dünyanın en doğal şeyi gibi davranmıştı adeta. Sekiz kardeşin biri kınkanatlıydı o kadar.
Onun tamirhanede çalışması çok uygundu. Kamyonların altına girerken o denli doğal görünüyordu ki. Sessizce ve de oldukça zekice işini yapıyordu.
O akşam işten çıktığında niye eve gitmemişti? Tamirhanenin kapıları kapalıydı. Dönüp kapıdaki Fargo kamyonun altına girip orada uyuduğunu tahmin ediyoruz. Söylenenlere göre kamyon hareket edip üstünden geçtiğinde sesi bile çıkmamış.
Bir böcek ölüsü gibi temizlendi asfaltın üzerinden, cenazesinde on-on beş kişi vardı ve ben ağustos böceği gibi ötmeye çalışıyordum.
cem mumcu, üçüncü sayfa güzeli kitabından
Yere düştüğünde başı havada kalmıştı.
Sırtındaki boşluğun içinde neler olduğunu merak ederdim.
Onu itip düşürdüklerinde bunu düşünüyordum sanırım.
Çocuklar niye hain olur? Belki de büyüyünce sadece hainliğimizi saklamayı öğreniyoruz içimizin kirli tavan arasına. Aslında yetişkinler dünyasında da birlik olunduğunda, kimsenin yargılamayacağı düşüncesi çoğunluğa hakim olduğunda, hainliğe geçiliveriyor hiç duraksamadan. Ya da hainliğimiz daha gizli, daha derinden, daha ustalıklı bir hâl alıyor.
Ama ilkokulun üçüncü sınıfında, belki hayata tutunmak için birlik olmaya daha çok ihtiyaç duyan bir çocuk grubu farklı olanı -bir kamburu- rahatlıkla aşağılayabiliyordu işte. Belki ortak bir “yabancı”ya, “benzemeyen”e duyulan korkuyla karışık bir öfkeyle birleşip kenetleniyorlardı.
Yere düştüğünde başı yere değememişti. Bir kaplumbağanın sırtüstü haline benziyordu yerde yatarken. Bense hainlerin dışında da olsam duygudan uzak bir merakla bakıyordum ona. O boşlukta ne vardı? Öğretmen, sık tekrarlanan bu durumu her öğrendiğinde hainlere ufak cezalar verirdi. Yine de onun da kamburu sınıfında görmekten haz ettiğini hiç sanmıyorum. Ayşe’yi boyunun çok kısa olmasına rağmen hep en arka sıraya niye oturturdu ki? Belki de öğretmen de dahil hepimizin yaraları, eksikleri, utançları, çirkinlikleri dolmuştu onun sırtındaki boşluğa. Bundan belki, ne zaman yüzleşmek istemediğim bir yanımı fark etsem, Ayşe’nin imgesi girer düşüme. Düşümde kamburundan utanan ve saklamaya çalışan, ben olurum. Birinde kamburuma bıçak sokarak sanki bir balonmuşçasına söndürmeye çalışıyordum. Belki sınıfta yapılan da buydu.
Üniversiteyi bitirip başarılı olduğumu kendime ve etrafa ispatladığımı düşündüğüm o yıl, mahalleye döndüğümde uzun zamandır onu görmediğimi fark ettim. “Bir gariplik var Ayşe’nin üstünde, evden hiç çıkmıyor, hasta” dediler. Her şeye rağmen liseyi bitirmiş ve mahalledeki dişçinin muayenehanesinde, müşterilere görünmemesi kaydıyla, çalışmaya başlamıştı. Beş altı aydır işe de gitmiyormuş.
Evlerine gittim. Babası artık iyiden iyiye ihtiyarlamıştı, güçlükle yürüyordu. Yaşlı bir baba ve kambur bir kızın evi nasıl olursa öyleydi evleri. Geçen bunca yılın hepimizin evine getirdiği bir sürü yeniliğin, değişimin hiçbiri yoktu o evde. Aynı duvarlar, aynı divanlar, aynı örtüler, aynı halılar, aynı fotoğraflar, aynı duvar halısı ve aynı geyik. Kendi çocukluğumdan şimdiye neredeyse hiç kalmamış ne kadar nesne varsa her şey oradaydı. On üç on dört yıl önce Ayşe’nin annesi öldüğünde ev nasılsa aynısı, eskimişi, yıpranmışı, kirlenmişi, iyice acıya bulanmışı… Sanki bir şey onların takviminin önünü kesmişti. Orada öyle, ne ileri, ne geri kalakalmışlardı.
Babası odasından sadece tuvalete gitmek için çıktığını, hiç konuşmadığını söyledi. Bir de sürekli kusuyormuş, çok kilo kaybetmiş.
Ayşe’nin yanına girdim. Odanın içinde duyduğum kokuyu sadece ‘bir acının kokusu’ olarak tanımlayabilirim. Yatakta sırtı dönük yatıyordu. “Ayşe, ben geldim, Reha” diye seslendim. Kafasını çevirdi, “Reha” diye ufak bir çığlık attı. Yüzü, daha önce onda hiç görmediğim bir mutlulukla doluydu sanki. “Yardım et, kalkayım” dedi. Yatağın kenarına oturdu. “Nasılsın” dedim. “Çok iyiyim” dedi. Yüzüne bir kez daha dikkatle baktım; gerçekten çok mutlu görünüyordu. Bütün bu evden çıkmamaların, kusmaların ardındaki bu mutluluk hali kafamın içinde garip bir çelişki yaratmış, bu hale bir anlam verememiştim. İkimiz de sustuk, belki beş dakika birbirimize baktık. Gözlerimden bir şey sorduğumu, durumu anlamaya çalıştığımı fark etmişti. Parmağını dudaklarına götürdü, suss işareti yaptı. “Sakın kimseye söyleme” dedi. “Ben hamileyim, altı aylık” dedi. Gözüm ister istemez karnına gitti, hiç büyümemişti. Hem oldukça zayıf görünüyordu. “Çok mutluyum, çok… Sakın kimseye söyleme, bir sen biliyorsun” dedi.
Ertesi gün yine gittim, daha ertesi gün yine. Durumu fiziksel olarak gittikçe kötülüyordu. Oysa büyük bir mutluluk içindeydi. Bir hafta sonra gittiğimde “artık tekmelemeye başladı” dedi. Ve işte o an her şey tersine döndü. “Çok tekmelemeye başladı” dediği anda elini arkasına çevirip kamburunu okşamıştı. “Çok büyüdü görüyor musun” diye ekledi.
Aşk, dişçinin muayenehanesinde, gelen bir adamı kapının aralığından görmesiyle başlamıştı. Sonra adamın süren tedavisi için sık sık gelmesiyle devam etmiş, belki tüm yaşamını kapı aralıklarında yaşayan Ayşe, yine aynı aralıktan aşkını büyüttükçe büyütmüştü. Adam onu görmüş müydü? Bence hayır. Ama ne fark ederdi ki? Ona göre onu gebe bırakacak denli yaklaşmışlardı nasıl olduysa. Hem aşk dediğin hep âşık olana göre değil midir ki? Kamburunun içinde bir bebek büyüttüğü duygusunu yaşatacak denli kim sevişmiştir ki biriyle? Hangi kadın böyle bir hazla beklemiştir ki, aslında olmayan bebeğini?
Ona söz vermiştim, kimseye söylemedim. Söylemek onun için tümüyle gerçek olan aşkını da, gebeliğini de sonlandıracak; yerine delilik gelecekti. Mutluluğu acıya dönüşecek veya dönüştürülecekti.
Takvimi vardı; dokuz ay on gün bekledi. Her gün ama her gün gittim. Doğum biraz gecikti diye sıkıldı, bir hafta daha bekledi. Sonra haberi geldi. Gittiğimde bir bıçağın üstünde yatıyordu ölü bedeni. Kafası düşmüştü ama yine de yere değmiyordu. Yüzü çok güzeldi. Dünyanın en güzel annesiydi, gülümsüyor gibiydi. Doğururken ölmüştü… Eğildim, iki elimle kıpkırmızı bir bebeği tutarcasına avuçladım yerdeki kanı. Kimsenin görmediği, göremediği bu bebek, hayatımda gördüğüm en güzel aşk çocuğuydu.
Aşk…
Acıya bulaşan…
cem mumcu, Sahici Aşklar Külliyatı kitabından
Kararsız bir ruh, menevişlerini üstüme saldı. Aldandım. Bir kez daha kuru bir kuyudan su içmeye kalktım. Kurulu bir kader saati gibi yaşam ikide bir başa dönüp aynı şeyleri tekrarlıyor. Oysa kader sandığın düpedüz kendi yazdığın bir öykü ve sen kahramanı olduğun bu öyküyü farklı renklerde kalemlerle yeniden, yeniden yazıyorsun. Yeniden kelimesinin “yeni” diyen kısmı sahte, den den diyen kısmı gerçek. Oyuna gelme! uyarısını her defasında boynuna bir levha ile asıp sonra boynunun bile nerede olduğunu unutacak denli kaptırıyorsun kendini, güya gelmeyeceğin oyuna. Belleğin oyuna daldığı için mi kaybediyor unutmaman gerektiği için büyük bir titizlikle kafana kazıdığın bilgiyi? Hayır. Unutmaya meylin, inanmaya meylin yüzünden… İnanmak bütün unutmaları da gövdesine alacak denli büyük ve bütün hatırlamaları atlatacak kadar kurnaz. İnanmak en çok meylettiğin ve en çok mest olduğun. Oysa bilgi, deneyim ve uyarılar sıkıcı, durdurucu ve coşkusuz. Ama yine inanmak can yakıcı, canını yakıcı.
Söz konusu hal başladığında ne yaptığım üzerine hiçbir fikrim yoktu ya da halin kendisi fikirleri durduracak, yok edecek denli hakimdi bana. Ona öyle miydi bilmiyorum. Ben hesabı çoktan düşürmüştüm, sonra kendim ödeyeceğimi bile bile ya da daha doğrusu bilmeden. Dedim ya bütün bilmeleri düşürmüştüm elimden, ayağımdan ve kafamdan. Düşünce namına ne girse beynime ya da ne çıksa beynimden yapmazdım, yapamazdım. Engellerdi bir şeyler. En azından kaygılarım, korkularım sökün ederdi.
Biten bir gün, güneşinin ışığını söndürürken ve kaparken gözlerini, akşam olursa arka sokaklarda kanlar dökülecek, hastalıklar, sızılar, sancılar depreşecek, kuytularda kaçan ayak sesleri yankılanacak ve tecavüz ayak seslerini susturacak diye düşünür mü? Güneş gecenin tekinsizliğinin sorumluluğunu üstüne alıp batmaktan vazgeçer mi? Ben de kendi gecemin renkli âlemi uğruna tecavüze ve kana düşmeyi göze mi aldım? Yoksa tecavüz bizzat mı çekiyor beni? Bütün bunlar da ‘olup bittikten’ sonra düşünce alanına giriyor. Daha doğrusu düşünce alanı her şey bittikten sonra ortaya çıkıyor. Çıkmasa daha iyi. Çıkmasa döktüğün kanın bile farkında olmamanın huzuruyla devam edeceksin ya da bitecek. Tabii yine “bitme”nin bilgisini hissetmeden ve bilmeden. Çünkü bütün “son”ları da acıyla taçlandıran “son”a dair bilgi değil mi? Ölmenin bilgisi değil mi aslında ölmeyi bir ilmek gibi boyna geçirip “ölmek” yapan.
Ama ben ne zaman akşamı bellesem güvenli diye, ayın bile kırmızıya kesiyor elleri. Gecenin soğuk kucağı en iyisi desem, ben boyanıyorum kırmızıya. Evden çıkmak ve çıkmamak arasında karar vermeye çalışırken kendimi dışarıda buldum yine. Ama gece bu, boş durur mu? Sokaklar boş, caddeler boş… Ama yoğunluğu azaldıkça hayatın, ölümünki artıyor işte. Karanlık bu, başka hiçbir şeye benzemiyor. Benzemeye çalışsa da görünmüyor benzediği zaten kendi karanlığı yüzünden. Ben de kendimi bulmaktan çok, bulduğum kendimden kurtulmak için dökülmüştüm zaten sokağa. Anlamsızca yürümek istiyordum. Asıl istediğim anlamsızlıktı. Yürümek de ona yardım eder diye yaptığım bacak ve kol hareketleri. Oysa biliyordum ki nereye gitsem lanet başımı da taşımak zorundayım omuzlarımın üstünde.
Bir fısıltı duyana kadar da karanlıkta anlamsızlık avına devam ettim zaten. Fısıltının ne olduğunu anlamak için döndüğümde ise önce kediyi gördüm sonra onu. Elindeki naylon torbanın ağzını açmış kediye sesleniyordu. Kedinin ona doğru koşuşu ve onun yere eğilerek tuttuğu torbadan yemeye başlaması çok kısa bir an içinde gerçekleşti. Sonrası bir filmin hareketli görüntüsünden uzaklaşıp bir fotoğraf karesi oldu. Bir kadının bir kediye elindeki torbanın içinden bir şeyler yedirdiği gece çekilmiş bir fotoğraf karesi. İşte bu kare, anlamsızlık arayan ruhumun anlamın bütününü kusamamış midesine bir çengel attı. Sanki elest* zamanına dönmüş, bir kez daha evet demiştim. Halbuki daha olmamıştım ya da geçmiştim. Onun için yokluktan medet umuyordum. Kedi ve kız ise karanlıkta bir suretten başka bir şey değildi. Bir kez daha inanmalı mıydım? Bir kere daha ‘beklenen anlam bu surette mi?’ diye düşünüp ‘ya öyleyse, kaçırma fırsatını’ mı demeliydim? Karar anı ipte yürüme anıdır aslında. Ve kim bilir kaç kere evrilip değişiyor hayatlarımız aptal saptal küçücük kararlarla. Belki de milyonlarca küçük kararın her biri başka bir geleceği, başka bir hayatı, başka mutlulukları ve başka mutsuzlukları taşıyor küçücük gövdesinde. Şimdi ben burada dönüp gidersem mi fırsatı tepmiş olacaktım yoksa kalırsam mı asıl fırsatı tepecektim? Kim bilebilir? Ben bilmiyorum, bilemiyorum…
Bilmeleri atıyorum hep yaptığım gibi karanlık kaldırıma. Kedi sanki görüyormuş gibi attığımı, bırakıp torbanın içindekileri bana doğru koşuyor. Fotoğraftaki kız da durmuyor, kediyle birlikte o da hareket ediyor ve kaldırıyor başını ve bakıyor kedinin peşi sıra. Gözlerimiz karşılaşıyor. Onunki korkulu, benimki meraklı. Sanırım korkusunu azaltmak veya korkutucusunu sakinleştirmek için gülümsüyor. Ve sonra ‘Gece, gel yemeğini bitir’ diye sesleniyor simsiyah kediye. ‘Bu cümle aslında benim cümlem olmalıydı’ diyorum. ‘Anlamadım’ diyor. ‘Aslında gecenin önüne kendimi sürerken bu gece tam da bunu söylemeliydim geceye’ diye geçiriyorum içimden. Ama ona söylemiyorum bunu ve yalan söylüyorum. ‘Benim de Gece diye bir kedim vardı bir zamanlar’ diyorum…
İşte böyle tanıştık. Ama çok uzun zaman bir daha görmedim onu. Sadece onun attığı umut çengelinde kıvrandım durdum birkaç ay. Ve sonra bir kez daha karşılaştık. Yine aynı saatlerde yine aynı şeyler olurken. O kadar uzun bir zaman geçmişti ki, aklına bunun bir tesadüf olması dışında bir ihtimal gelmedi. Aslında ‘O kadar uzun zaman beklemiştim ki, aklına bunun bir tesadüf olması dışında bir ihtimal gelmemesi için’ demeliydim. Ve tesadüf fikri güveni getirdi. Daha çok konuşuldu. Ta ki tanışıp telefonlarımızı birbirimize verene kadar. Sonra o beni aradı, tamı tamına yüz on sekiz saat yirmi beş dakika sonra. Buluşmamız hemen ertesi gün oldu. Sevişmemiz ise hemen o gece. Aşkımızı taçlandıran en önemli anlarımız Gece’yi beslemeye çıktığımız anlardı. Gece bizim her şeyimizdi. Gece bizi bize kavuşturan düşsel bir yaratıktı.
Aşk, çoğu zaman olduğu gibi, kendisinden öncesiyle ilgili zamanın itirafları için muhteşem bir güven ve heyecan sunmuştu. Ona, aslında daha ilk geceden itibaren her gece onu ve Gece’yi izlediğimi söylediğimde kısa bir süre önce korkacağı bir şey onu şimdi dünyanın en mutlu insanı haline getirmişti. (Olgular farklı zamanlarda ne kadar farklı anlamlar taşıyorlar.) Günler hiçbir zaman arzu etmeyi aklımdan geçiremeyeceğim için hayalini bile kurmadığım bir huzurla geçiyordu. Bir gece Gece’yi beslerken “Neden onu da hayatımıza iyiden iyiye katmıyoruz?” diye sordu. Buna ne benim ne de Gece’nin itirazı oldu. Artık üçümüz yaşamaya başlamıştık. Salondaki mavi koltukların ve perdelerin üzerlerinde Gece’nin, benim sırtımdaysa onun ojeli tırnaklarının izleri kalıyordu.
Birçok pazar yaptığımız gibi o Pazar da öğleden sonra uykusuna yattık. Uykuya dalmadan önce saçlarının okşanmasına bayılıyordu. Gece de yatakta ayak ucumuzda yatıyordu. Önce onu uyuttum hep yaptığım gibi. Biraz kitap okuyup ben de (onun yanımda olduğunu bildiğim o muhteşem uykularımdan birine) daldım uykuya.
Uyandığımda yanımda sıcaklığını aradım. Yoktu, benden önce kalkmıştı yine. Yatakta Gece gibi gerindim. içeride onların olması düşüncesi bedenimin tüm hücrelerini mutlulukla dolduruyordu. “Geceee” diye seslendim. Aslında seslendiğim her ikisiydi. “Uyandım, gelin bana sarılın” diyordum yani aslında hep yaptığım gibi. Ama bu kez duymadılar beni. Kalktım eşofmanımı geçirdim üstüme. Salonda yoktu. Mutfakta da, banyoda da. “Alışverişe çıkmış olmalı; ama Gece nerede?” Allah Allah o da yok. Telefona gittim, cep telefonunu aradım. Yanlış düştü. “Böyle bir numara kayıtlı değil” diyordu bir kadın sesi. Yine aradım yine aynı şeyi söylüyordu. Mutfağa su ısıtmaya gittim kahve için. Gece’nin mama kabı yok. Gecenin mama torbası da yok. Son sürat yatak odasına gittim. Gardıropta hiçbir kıyafeti yok. Çekmecelerde iç çamaşırları yok. Vestiyere koştum. Ayakkabıları yok. O güzelim ayaklarına giydiği ayakkabıların hiçbiri yok. Küpeleri, yüzükleri, şampuanı, kremi, diş fırçası, tokaları, hiçbir şeyi yok. Elleri, ayakları, gözleri, hiçbiri yok… Ağlamaya başladım. Salondaki kanepeye bıraktım kendimi. Uzunca bir süre öylece kaldım. Zamanın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir yere dönmediği, akreple yelkovanın saçmalık ürettikleri garip dakikalar geçti üst üste. Dışarıda hava kararmaya başlamıştı. İşte bunu fark ettiğim anda perdeleri gördüm. Perdelerin üzerinde Gece’nin yaptığı izlerin hiçbiri görünmüyordu. Panik içinde kalkıp salonun ışığını yaktım. Ve mavi koltukların üzerindeki tırnak izleri de yoktu.
Yoktu. Gitmişti. Hiç olmamıştı. O gece başlayan ve aylar süren her şey aslında olmamıştı. Beş altı saat öylece durdum. Ayakkabılarımı ve kabanımı giydim ve dışarı çıktım. Anlamsızca yürümek istiyordum. Asıl istediğim anlamsızlıktı. Yürümek de ona yardım eder diye yaptığım bacak ve kol hareketleri. Bir fısıltı duyana kadar da karanlıkta anlamsızlık avına devam ettim zaten. Fısıltının ne olduğunu anlamak için döndüğümde ise önce kediyi gördüm sonra onu. Elindeki naylon torbanın ağzını açmış kediye sesleniyordu. Kedinin ona doğru koşuşu ve onun yere eğilerek tuttuğu torbadan yemeye başlaması çok kısa bir an içinde gerçekleşti. Sonrası bir filmin hareketli görüntüsünden uzaklaşıp bir fotoğraf karesi oldu. Bir kadının bir kediye elindeki torbanın içinden bir şeyler yedirdiği gece çekilmiş bir fotoğraf karesi. İşte bu kare anlamsızlık arayan ruhumun anlamın bütününü kusamamış midesine bir çengel attı. Sanki elest zamanına dönmüş, bir kez daha evet demiştim. Halbuki daha olmamıştım ya da geçmiştim. Onun için yokluktan medet arıyordum. Kedi ve kız ise karanlıkta bir suretten başka bir şey değildi. Bir kez daha inanmalı mıydım? Bir kere daha ‘beklenen anlam bu surette mi?’ diye düşünüp ‘ya öyleyse, kaçırma fırsatını’ mı demeliydim? Ve kedinin adı neydi? Yine Gece miydi?
*Elest: Yaratılışın başlangıcı. Allah’ın bütün ruhları yarattığında “Elestü birabbiküm” yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu zaman. Yaratılanlar bu soruya “Kalû belâ” yani “Evet” diye cevap vermişlerdir. Edebiyatta sıklıkla Elest Bezmi ya da Bezm-i Elest olarak geçer. Şairler sevgililerine Elest bezminde aşık olduklarını ve o zamandan beri aşklarının hep sürdüğünü söylerler.
cem mumcu, Hassas Ruhlar Terazisi kitabından
Seni anlatacaktım… Senden söz edecektim… Ya da senden haberdar edecektim. Seni bilsinler istedim belki de… İsmini söylesem; kiminin aklında şımarık, kimininkinde uysal, kiminde cahil, kiminde âlim, kiminde mazlum, kiminde zâlim, kiminde genç, kiminde yaşlı, kiminde çirkin, kiminde güzel bir şeyle canlanacaktı. Herkes kendi aklından, kendi geçmişinden, kendi kitaplarından, kendi tarihinden, kendi açısından, yani “kendi”nden bir olta takacaktı sana…
Rengini söylemeye kalksam; kimi kötü, kimi iyi, kimi yakan, kimi yanan, kimi duran, kimi koşan, kimi ayık, kimi sarhoş sanacaktı seni. Herkes “kendi” rengiyle boyayacaktı seni…
Kokunu anlatsam; kimi hoş, kimi iğrenç, kimi hafif, kimi ağır, kimi çiçekli, kimi baharatlı sanacaktı seni. Herkes “kendi” burnuyla koklayacaktı seni…
Tadını söylesem; kimi acı, kimi tatlı, kimi ekşi, kimi mayhoş, kimi tuzlu diyecekti sana… Herkes “kendi” dilinin bildiği bir tada benzetecekti seni…
Huyundan söz etsem; kimi iyi, kimi kötü, kimi korkak, kimi cesur, kimi tembel, kimi çalışkan, kimi kahraman, kimi kaçak, kimi akıllı, kimi deli sanacaktı seni. Hepsi “kendi” kalbinin penceresinden seyredecekti seni…
Baktım ki, neyinden bahsetsem “onlara”, neyinden söz açsam “onlardan”, neyini söylesem “onların” olacak; ne söylesem örtecek seni, sustum, hiç anlatmadım…
Suskunluk bile herkesin karnında başka bir çocuğa gebeydi. Saklandım, beni gören seni bir şey zannetmesin diye…
cem mumcu, Hayat Gerçeğe Perde kitabından