MART 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

About 11 months ago

Mart 2024
P S Ç P C C P
« Haz    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031
ÖYKÜ

Sen şimdi merak edersin. Sadece merak edersin. Meraklanma, yalnızım. Senin yanında olduğum kadar yalnızım… Oysa merakın sarmaz, ısıtmaz beni. Meraklandığın ben miyim? Değilim biliyorum. Sen, beni değil yanımdaki boşluğu merak ediyorsun. Ya birisi doldurduysa diye endişelendiğin o yeri; bir zamanlar sen doldurursun diye beklediğim, sonra sen doldurasın diye kendimle doldurmaya çalıştığım o boşluğu merak ediyorsun. Yani canım, sen yine kendine doladığın, kendine sarıldığın, kendinle bakıştığın ama asla sevemediğin kendini merak ediyorsun.

Yok, endişelenme orası boş… Hâlâ boş, sen varken olduğu kadar boş… Elimi bile uzatmam oraya. Düşmek istemem bir daha umut kuyusuna. Boş olduğunu bilmek, dolmayacağını kabul etmek çok daha iyi… Tamam diyor insan ve tamamlanıyor… Aslında eksiğini tamlık biliyor. Geri dönme, düzelme, bekleme ihtimalleri sürdükçe, umut bitmedikçe, şöyle doya doya ağlamadıkça yasını başlatamıyorsun çünkü. Gerçekten ölünce o ölmesin istediğin şey, onsuzluğuna bir güzel ağlıyorsun. Ve diyorsun ki “ben eksiğim”, diyorsun ki “ben yarımım”, diyorsun ki “ben topalım”… Ve ancak o zaman, tamlığının o eksikliği içerdiğini anlıyorsun. Ve kalan diğer bacağınla yürüyebiliyorsun, yürüyemezsen sürünebiliyorsun, sürünmeyi bile tamlık biliyorsun.

O boşluğu merak ediyorsun biliyorum. Ama artık yanımda değil canım. Senin göremeyeceğin, kimsenin dokunamayacağı bir yerde duruyor çünkü. Onu içime aldım… Onu babamsızlığın yanına koydum…

 

cem mumcu, Hayat Gerçeğe Perde kitabından

Biri sonsuz yaşama mahkum diğeri de her gün ölmeye. Dünyanın en sıkıntılı iki adamı olduklarından olsa gerek bir şey onları bir yerlerde buluşturmuştu. Birinin adı Nuto diğerininki Orus…

Orus, günün hangi saatinde öleceğini hiç bilmezdi. Her gün ölme deneyimine rağmen bunu hiçbir zaman bilemedi. Diyebilirsiniz ki, “her gün ölüyorsa hiç ölmüyor olmalı?”. Şimdi söylediğiniz şeyi bir daha düşünün öyle saçma şey olur mu? O, gerçekten her gün ölüyor. Üstelik demin de söylediğim gibi asla zamanını kestiremiyor, dahası biçimini de. Mesela düşerek mi ölecek, kalp durmasından mı veya bezelye yerken boğazına takılan bezelye kabuğu yüzünden morararak ve boğularak mı? Ayrıca sürecin nasıl işleyeceğini de bilmiyor. Ne can çekişmeler gördü Orus ya da ne canlar çekişti? Sanmayın ki ölürken, ölmek üzereyken, ölecekken, canı çıkarken herhangi bir ölümlüden ya da herhangi bir “bir kez ölen” den farkı var onun yaşadıklarının. Ölüm gelmeden önce her gün öldüğü fikrini ya da bilgisini öldürüyor önce. Orus her gün ölmeye mahkum olduğu bilgisinden tamamen uzaklaştırılmadan ölmüyor. Acayip korkuyor yani her keresinde. Yeni her gün olması olayı sıradanlaştırmıyor. Üstelik sıradanlaşmaması dışında bir de çeşitleniyor. Ölümün her türlüsü geliyor başına ya da her gün başka bir biçimde ölüyor. Bazıları da intihar oluyor ama orada da gariplik var. Demin “her gün ölmeye mahkûm olduğu bilgisi kaybolmadan ölüm gelmiyor” demiştim ya, o bilgiye sahipken başına gelecek bir ölümün onu bir kez ve son kez öldüreceğini ve lanet olası halden kurtulacağını biliyor. Yani aslında intihar yolu açık, mahkumiyetten kurtulmak için. Gel gelelim, dediğim gibi, bu intiharı o bilgi kafasındayken yapabilmeli. Yüzlerce belki binlerce kez durumunu beyninde tutarak intiharı denedi, öldü de. Ama intihar ve ölüme kadar geçen zaman içinde ne oluyorsa bilgi kayboluyordu. Bir keresinde azmetti evdeki oturma odasını dümdüz, bembeyaz kağıtlarla kapladı. Önce tüm eşyaları boşalttı tabii. Sonra tavanlar ve yerler dahil her yeri kağıtlarla kapladı ve her yer “her gün ölmeye mahkumsun” yazılarını astı. Ama her yere yazdı bunu. Tavana bir çengel taktı, ona da önce iplerle bağladığı “her gün ölmeye mahkumsun” yazılarını astı. Sonra da ipi yine aynı cümlenin yazdığı kâğıtlarla kapladı. Bitmedi. Kendisini de bu cümleyle kapladı. Cinsel organının ucuna tırnaklarına kadar gözünün görebileceği her yerine yazdı. Yani o cümleden başka hiçbir şey kalmadı odada ki bilgiden uzaklaşmadan intihar etsin ve bu kez son kez ölsün. İntihar etti, öldü de; her günkü ölümlerden biri oldu. Çünkü kağıtla kaplı tabureyi ittiği an boğazındaki hırıltıyı ve boynunun kırılma sesini düşünüyordu. Bir başka seçenek daha vardı ki, o da aynı bilgiyi kafasında tutmasını gerektiriyordu. Tamam, diyordu. “her gün öleyim ama ölürken her gün öldüğümü yani yarın yine yaşayacağımı bilirsem hiç olmazsa korkmam.” “ölmemeye de varım yani.” Ama “bu ölmeye de varım.” Cümlesinin ne anlama geldiğini de Nuto’ yu tanıdıktan sonra öğrendi.

Nuto, demin de söylediğim gibi sonsuz yaşama mahkumdu. Yani ölüsüzdü. O da Orus’ u tanımadan önce “tamam lanet olası bir ölümsüzüm ama bari ölme deneyimi yaşasam, ölsem yine canlansam” diye düşünüp duruyordu. Tabii Orus’ u tanıyınca kendinde bu konuda bir şükür duygusu canlanmadıysa da o umudunun da ne mene bir şey olduğunu anladı. Yani aslında birbirlerini tanımaları hiç de iyi olmadı. Umutsuzlukları iyice arttı.

Çok karmaşık ya da çok basit, ama her ikisini de mahveden başka bir şey daha vardı. Orus, ölme anı dışında yine bugün öleceği düşüncesi yüzünden ve ölümün kaygılı beklentisi nedeniyle hiçbir şey yapamıyordu. Bırakın düşünerek, planlayarak yapabileceği şeyleri, en içgüdüsel yaşantılarında bile böyleydi bu. Bir kadının altında, üstünde veya içindeyken bile acaba şimdi mi diye düşünüyordu hatta bu yüzden artık bu noktalara da gelmiyordu, gelemiyordu. Yaşamı –ya da yaşamları demek daha doğru belki- bomboştu. Nuto’ nun durumu çok farklı olmakla birlikte aynıydı. O da ölmeyeceğini bildiğinden hiçbir şey anlamlandıramıyordu. Ne yapmaya kalksa “amaaaan bir gün yaparım, sonra yaparım, önümüzdeki yüzyıl yaparım, zaten bu kadar aman içinde benim yerime birisi yapar” gibi şeyler söylüyordu. Kaybetme olasılığı yokken kazanmayı niye istesindiydi ki? Hiçbir anlamı yoktu hiçbir şeyin. Kaygılanacak hiçbir şey yoktu, bu da onu “hiçbir şey” den başka hiçbir yara götürmüyordu. “hiç” in bile bir anlamı yoktu. Hiçliğin nasıl bir şey olduğunu anlamaktan o kadar uzaktı ki. Belki hatırlamadığı bir zamanda hatırlamadığı sevdikleri olmuştu ve –bari- onları kaybetmekten korkmuştu. Ama çok ama çok uzun zamandır birini sevme duygusu da yaşamamıştı ki –bu lanet hal yüzünden- onu kaybetmekten korksun.

Her şeye rağmen ikisinin de bilinmedik bir kaderi vardı herhalde ki karşılaştılar. Ve Orus o gün Nuto ile konuşurken öldü beklendiği üzere. Nuto “Allah’ın şanslı kulu” diye onun ölüsüne sarıldı ve hatta öptü onu. Başından ayrılmadı saatlerce. Ve çok uzun zaman sonra ağlamayı hatırladı. Ama ona değil kendisine ağladı. Hem de saatlerce. Onu uzun uzun inceledi. Ölü bir bedenin her şeyini görmek istedi. Onu kıskandı hatta öfkelendi ona. Öfke duyunca birini cezalandırmak için ne yapabilirim diye düşündü. Bildiği tek ceza onun canlanması ve ölümsüz olmasıydı. Herkes kızdığı birini öldürmek isterken o bunu istiyordu. Sonra “onun ne suçu var?” diye aklı başına geldi. Yine de en çok özlediği şeyin –ölümün- yanından ayrılmak istemedi. Ve uzun zamandır ilk kez kaybetmekten korktu. Onun çok kısa bir süre içinde –ki bu Nuto için iyiden iyiye kısacık bir zamandı- çürümeye ve yok olmaya başlayacağını düşünüp, üzüldü. “bari ölmüyorum, bir ölüyle yaşayabilseydim” diye düşündü. Orus’ u sakladı ve aklına gelen fikri uygulamak için hemen harekete geçti. Nuto belki ilk kez “hemen harekete geçmek” gibi bir eylemde bulunuyordu. Bu onun için o kadar yeni ve o kadar yabancı bir şeydi ki. Niyeti Orus’ u tahnit etmekti. Sonsuza kadar olmasa bile uzunca bir zaman onunla birlikte olabilecekti böylece. Gereken her şeyi aldı ve döndü. Saat gece yarısını henüz geçmiş, gün devrilmiş, yeni bir gün başlamıştı ve Orus tabii ki canlanmıştı. Şaşkınlık çok sürmedi. Orus ona hemen durumu anlattı. Ve o da Orus’ a anlattı kendi lanetini.

Uzun uzun konuştular. Önce dertleşmeydi yaptıkları, sonra çözüm aramaya başladılar. Basitçe düşünüldüğünde birisi ölmeyi, birisi de her gün ölmemeyi istiyordu. “zıtların birlikteliği nasıl olur acaba?” diye bir cümle çıktı Orus’ un ağzından. İşte o zaman tahnit sözcüğü tekrar aklına geldi Nuto’ nun. “bir başka biçim bulunabilir mi?” diye sordu. Orus, Diyonisos ve Zeus’ u hatırlattı Nuto’ ya ve hemen peşinden “beni içine koy ve dik” dedi.

Orus ve Nuto artık bir kişi oldular. Dolayısıyla yeni bir ismi vardı bu kişinin: Moribundus…

 

cem mumcu

“Hassas Ruhlar Terazisi” kitabından

 

 

Moribundus: (Latince kökenli) Ölme noktasında, ölen, ölümlü, fani.

 

 

Kafe… Masada oturuyorum… Bir kız girdi kafeden içeri… Başım önde bir şeyler karalıyorum. Bakmadım, görmedim, sesini duyuyorum. “Ben bir oregon çayı alıcam” diye seslendi hafifçe. Oregon çayı almak için gelen bir kızdı sadece o. Baktığım zaman başka anlamlar eklenecekti. Onu gördüğüm zaman, ‘oregon çayı isteyen bir kız’dan çok daha fazlası ya da çoğunlukla olduğu gibi çok daha azı olacaktı. Aslında en çok şeye gebe olduğu hali en az bildiğim, en az gördüğüm hali. Az bilgi çok hayal demek. Bir keresinde bir kız görmüştüm; takma ismi vardı. Yani ismini takma bir diş gibi su dolu bir bardağa bırakabilirdi eve gittiğinde. Dans ediyordu… Üstünde zamanla uyumsuz tüllü bir elbise vardı. Onun imgesi, rüyalarımın, hayallerimin, geçmişimin, şimdimin ve geleceğimin; korkularımın ve de ümitlerimin imgeleriyle birleşince çok büyük bir şeye dönüşmüştü. Aşk değil, hüzün dolu bir şeye. Çok sarhoştum. Paris’ten gelen arkadaşım vardı yanımda. Kızı sonra yine görmek istedim. Gördüm de. Ama kafamda yazdığım şeyler, beni de kapsıyordu. O ise, sadece kendini içeriyordu. Gerçek her şeyi azalttı. Hayallerim gitti, geriye o kaldı. Oysa o kendi hayalleriyle, ben de kendiminkilerle daha fazlaydık. Aslında her tanışma, her karşındakini öğrenme azaltıyor bir şeyleri.

İşte, oregon çayı isteyen kız, masamın tam önünde durdu. Başım öne eğik olduğu için paltosunun altından bacaklarını görüyorum. Çiçekli, siyah çorapları var. O artık ‘oregon çayı isteyen; çiçekli, siyah çorapları olan kız’. Oysa ona dair hayallerim, azalıyor her gördüğüm şeyle.

Caddeye, yaklaşan seçimdeki bir adayın bez afişini asıyorlar. Makyajlı, fondötenli ve bol rötuşlu, kırmızı kravatlı bir adamın portresi. O da hayallere seslenmek için kendini bir maskenin arkasına gizlemiş, ama evde altı kösele terlikleriyle oturan halini görmeden edemiyorum sırıtan dişlerinin arasından. Ağzının içinden koca bir hayatı görebiliyorum, çünkü orayı saklamayı unutmuşlar sanırım.

Aslında, birisine ilk gördüğümüz anda aşık olma olasılığımız çok daha fazla; henüz bilgiye bulaşmadan yüzü, elleri, ayakları, ağzı, kokusu, sıcaklığı… Bu hali, tüm hayallerimizi, umutlarımızı ve beklentilerimizi karşılamaya çok uygun çünkü. Tanıdıkça anlıyoruz, onun O olmadığını. Belki en iyisi olmayan birine aşk.

Oysa çiçekli çoraplarının olması içimdeki bir şeylere dokunuyor. Hayallerime çengel atıyor. Çorap ve çiçek kelimelerinin işaret ettiği belki binlerce yerim kıpırdıyor. Ve o, binlerce yerimin açıldığı pencereleri, rüzgarıyla tek tek kıpırdatıyor. Açılan pencerelerden içime dolan güneşi, rüzgarı, yağmuru zaptedemem artık.

Ömrümün geri kalan kısmını bu hayale adayabilirim. Her gece çiçekli çorabı olan bir kızı hayal edip, sadece Oregon çayı içebilirim her gece onu düşünerek. Hatta onun peşinden Oregon’a gidebilir, evi çiçekli kadın çoraplarıyla doldurabilirim. Herkesin delilik dediği bir tutkuyla yaşayabilir, hayallerimi sığdıramadığım bir kafayla uçabilirim. Başka hiçbir kadını arzu etmeyebilir, onun hiç bilmediğim yüzünü, bulduğum tüm kağıtlara çizebilir, ona dair –sadece ona dair- bir roman yazabilirim. Dillere destan bir deliliğin kahramanı olabilirim…

Öyle yapmıyorum. Sıradan ve beklenir olanı; akıllıca olanı, herkesin onaylayacağı şeyi yapıyorum. Kafamı kaldırıp, geri kalan kısmına bakıyorum. Neyin mi? Hem onun hem de hayatımın geri kalan kısmına. Normalliği seçiyorum, gerçeği seçiyorum. Bütün sıkıcılığıyla resmin bütününe bakıyor, aşka düşmekten kurtuluyorum. Bilmemenin verdiği acıdan, aşktan ve delilikten kurtuluyorum böylece. Bilmeyi ve bilmenin verdiği sıkıcı güveni kuşanıyorum üstüme.

Neyse ki hayat var. Geri kalanını asla göremediğim hayat… Hala delilik umudunu içinde taşıyan bir belirsizlik olmayı sürdüren hayat…

cem mumcu

“Hayat Gerçeğe Perde” kitabından

 

 

Kediye bir isim koymak lazımdı. Kedi, kediden başka her şeye benziyordu ve kedi kediden başka hiçbir şeye benzemiyordu. Tıpkı senin gibi… İşte bu yüzden bir isim vermek çok güçtü… Ona ‘Öte’ ismini verdim. Çünkü onda, gördüğümden çok daha fazlasının, çok daha ötesinin olduğunu görmüştüm. Daha doğrusu gördüğümü sanmıştım. Yani inanmıştım. İnanmaktan başka bir sözcük karşılayabilir mi halimi? Vehmetmek de diyebilirim. Dersem azalır mısın? Seni çoğaltan, seni sen yapan, seni sen sanan bensem eğer, fark eder mi ki? Zaten aşk dediğin, onu ‘O’ sanmak, ondan ‘O’ na ulaşmak, onu ‘O’ yapmak değil mi? Kendinin ötesinde bir öteye uzanmak değil mi?

Ama niye kimse düşemiyor artık aşka? Herkes aslında ‘O’nu ararken niye bir akşamda tükeniveriyor öteye uzanma ihtimali? Nasıl oluyor da bir gecede bitiyor bütün vehmedişlerimiz? Neden bir insan ‘tek’inde ihtimali kazıp çıkarmak yerine çok insanda ihtimaller arıyoruz? Yoksa ihtimallerin çokluğu mu ihtimali daraltan? Çokluk mu bizi yokluğa mahkum kılan? Çoklukta tekliği bulabilir miyiz? Derinlerde veya tepelerde aradığımızı, ancak dalarak veya uçarak bulabileceğimizi bize unutturan ne? Yatay düzlemin geniş ve sınırsız gibi görünen yüzeyinde rastgeldiğimiz olasılıkların çokluğu mu yoksa? Hepimiz ‘O’nu ararken neden kimse kimseye ‘O’ olamıyor? “Bu da O değil,” dedikçe, bir başka ‘O’ olma olasılığını kolaylıkla bulup, onu da tüketebildiğimiz için mi? Hepimiz hepimize birbirimizi tüketme fırsatını kolayca verdiğimiz için mi? Yenisini kolayca bulup, kolayca aldığımız için hiç emek vermediğimiz bir eşya gibi ya da sadece kapağına bakıp hiç okumadığımız; ama sırf bu yüzden içindeki olasılıkları görmediğimiz, göremediğimiz, -belki de yaşamın sırrını anlatan bir kelimeyi- gözden kaçırdığımız bir kitap gibi…  Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ve sonsuza kadar akacağını düşündüğümüz bu su, bizim dibi delik kovamızı doldurabilir mi?

Oysa seni bulmanın, senin ‘O’ olmanın yolu sende durmayı, sende beklemeyi, sende terlemeyi, sende uçmayı, sende boğulmayı istiyor. Seni benden başka kimse, beni de senden başka kimse ‘O’ kılamaz çünkü.

Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana birşey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi, seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum. Anahtarı ikimizde de olan bu kelepçenin bizi bağlamasını isteyişimizi, kelepçenin şakırtısını duymayınca ikimizin de gözlerinde beliren korkuyu seviyorum.

Kediye ‘Öte’ ismini koydum. Onu yaşamla ölümün, özgürlükle mahkumiyetin, bilinenle bilinmeyenin, çoklukla tekliğin, gitmelerle kalmaların tam arasında gördüm. Hem cesurdu hem de tedirgin. Seçim yapması gerekti çünkü. Seçmek özgür olmak demekti. Özgürlük ise zor işti. Sorumluluk demekti çünkü. Başka bir ihtimal yokken seçmek yoktu. Oysa bir ikincisi bile çıkması ihtimallerin seçmek demekti artık. Üç şey yapabilirdi güzeller güzeli ‘Öte’ cik… Bunlardan ikisi onu  öyle ya da böyle mutlu ederdi. Üçüncüsü onu mutsuz kılacak tek seçenekti.  Benimle gelmek veya orada kalmaktı yapabileceği iki şey. Üçüncüsü tam orta yerde beklemesi olurdu. Benimle gelse orada yaşayacaklarını, orada kalsa benimle yaşayacaklarını kaçıracaktı; ya da benimle gelse beraber yaşayacaklarımızı, kalsa orada yaşayacaklarını kazanacaktı. Ama her ikisini de yapmayıp tam yol ayrımında bekleseydi, sadece bekleyecekti. Hangisinin daha iyi bir fırsat, hangisinin daha iyi bir ihtimal olduğuna bir türlü karar veremediği için bekleyen ya da o kavşakta ayak üstü sevişenler gibi… Ya şunu kaçırırsam diye her gün sevişip aslında kimseyle gerçekten sevişmeyen, sevişmeleri asla kovalarını doldurmayanlar gibi… Herkesin, herkesin içine girdiğini sanırken; kimsenin, kimsenin içine girmediği giremediği o bomboş sevişmeler gibi. Yolların çokluğundan kararsız kalıp oradan dönme özgürlüklerini görmedikleri için korkarak kavşakta bekleyen, seçecekleri bir yolda görecekleri binlerce güzelliği kaçıran ya da o yolun devamındaki binlerce yeni ihtimali ıskalayanlar gibi… O ‘ıssız’ denen korkak ‘adam’lar ve o korkak kadınlar gibi…

Kedi, beni tercih etmese de ‘Öte’ ismini hak etti…