Beni geren ne? Bişey beni geriyor. Yoksa her şey mi? Sözcüklerle arasam bulabilir miyim? Düşüme dalsam çıkartır mıyım? Gerilmenin kendisini hissediyorum, sebebine dair hiçbir iz yok. Bıçağın sapını göğsümde görüyorum. Boylu boyunca içimde ama ucu bana kapalı. Sızan kanı her gün bir parça kâğıt peçeteyle siliyorum. Neden görmesinler istiyorum? Öyle mi istiyorum? Bir gören olsa belki çekip çıkarır? Belki de bundan korkuyorum. Acımı dindiren aynı zamanda ucunu da görecek. Benim bile bilmediğim kırmızımı elleyecek. Bıçağı çekip çıkarırken bunu şefkatle mi yapacak yoksa merakla mı? Ya da şefkatle başlayıp bıçağın ucunu gördüğünde başka bir duyguya mı bulaşacak?
Belki de bir utanç olacağım. Koskocaman bir utanç olacağım. Şehrin bütün meydanlarında ismimi ünleyecekler. İsmim caddelere, sokaklara doğru bir yılan gibi süzülecek. Arka sokaklarda eli kanlı bir katil bile benim utancımla karşılaştığında kendini aklayacak denli büyük bir pislikle karşılaşmanın keyfini yaşayacak. Çıkmaz sokağa dalan ismim, çıkmazın dibine çarpıp geri dönerken onunla bir daha karşılaşmak istemeyenler, sokaktan kocaman bir dil gibi dışarı kaçacaklar. Sonra beni ünleyen o ses, bir kusmuk gibi tekrar sokaklara, caddelere, meydanlara dolacak. Herkes kendi karanlığını, kendi kırmızısını rahatça ortaya dökecek. Benden daha siyah bir şey olmayacak. Bu herkesi aklayacak. Şehrin kusmuğu olacağım. Kalabalıklar bana karşı birleşecek. Birlikten kuvvet doğacak. Meydanlar dolacak. Ortak bir düşman olacağım herkes için. Kirimde, pisliğimde, utancımda; kirime, pisliğime, utancıma karşı birleşecekler. El ele tutuşacaklar. Benden başka yargıladıkları kimse kalmayacak. En kötü, en çirkin ben olacağım. Bana bakılarak ölçüldüğünde başka kötü ve çirkin kalmayacak. Benim pisliğimde temizlenecek bütün kirler. Bütün taşlar beni taşlayacak, bütün iplerde ben sallanacağım, bütün silahlar bana patlayacak, bütün çarmıhlara beni gerecekler.
Kanım ne kadar durduracak akan kanı? Suçum, dişlerin arzuladığı tazelikte bir et olmayı ne kadar sürdürebilecek? Çarmıhımın tahtaları, çürümeden ne kadar bir zaman lanetlenebilecek? Bütün öfkeyi içen bir kuyu olmayı yokluğumda bile sürdürebilecek miyim?
Göğsümden bıçağı çıkarıp ucunu gören, kötülüğümün halifesi olabilir mi? Sonsuza dek taşlanmak istiyorum. Sonsuza dek bütün taşlar beni kanatsın istiyorum. Kendi şeytanını taşlamayan herkesin kolu, taşını sadece bana fırlatsın istiyorum…
Cem Mumcu, “Hayat Gerçeğe Perde” kitabından
Adamın kadını, adamın söz düşürdüğü yere rahat olsun diye iki yastık aldı. Biri onun, ötekisi konuğun olmak üzere de iki koltuğun sırt yerlerine koydu onları. Ama birinin içi kumaşı tam doldururken, diğerinin içi biraz, hatta oldukça eksikti. Tam dolmuyordu. Kumaş, içi iyice dolmadığından kenarından köşesinden kırılıp kıvrılıyor, her gelen oturup kalktıkça düzeni iyice şaşıyordu. Adam “Şu yastığı bi halletsek” diye kendi kendine düşünüyor ama ne kendisi buna kalkışıyor ne de kadınına bunu söylüyordu. Durum aklına geldikçe, “Hep düşündüğüm hâlde öylece halledilmeyi bekleyen daha neler var hayatımda?” diye bir düşünce daha belirmeye başladı zihninin yatağında. Ama aynı zihninin aynı yatağı, yastıkları uykuya müsait olduğundan mıdır bilinmez, yine sırtüstü yatıp ertelediği şeyleri düşünmeyi de erteliyordu.
Sonra bir gün, aynı gün içinde olan bir şeyleri fark etti. Sabahın erken saatlerinde binbir kere “Rahatsız etmiyorum değil mi?” diye soran bir dostu geldi. Adam da binbir kere “Ne rahatsızlığı, rica ederim, hoşgeldin” dedikten sonra, misafir, misafir olabileceğine ikna olup, o yastığın olduğu koltuğa oturdu. Ama her zamanki gibi arkasına yaslanmadan, yarısı özürle dolu kısa bir sohbet edip, “Zahmet olmasın” diyerek bir çay bile içmeden yine oturduğu gibi kalktı. Adamın vaktini aldığı ile ilgili bir sürü üzüntü ve özür belirttikten sonra da kapıya yöneldi. Tam çıkacakken hızla koltuğa dönüp, hiç yaslanmadığı yamuk yastığı öyle bıraktığı için ne kadar mahcup olduğunu söyleyerek yastığı düzeltmeye koyuldu. Orasını burasını adeta bir bebeği ellercesine hafif dokunuşlarla düzeltmeye çalıştı. Yastığın düzelecek hâli yoktu. Adam, “o zaten öyleydi” demeye çalıştıysa da, misafir çok değerli bir antika eseri kırmışçasına binbir, hatta on bin bir özür diledi.
Adam, o gittiğinde “Şu yastığı halletmek gerekiyor ve halletmeyip ertelediğim daha neler var?” diye özetlenebilecek aynı düşünceye yine takıldı. Tam da düşünürken kapı pat diye açıldı ve mahalleden çok az tanıdığı, ama ismini bile bilmediği bir kadın teklifsizce içeri daldı. Öylesine bir selam verip, kendini koltuğa evdeki kanepesine yayılır gibi bıraktı. Yaslanır yaslanmaz da yamuk yastığı hissedip onu arkasından çekerek eline aldı. Yamukluğu çok kısa bir an içinde müşahede edip adamın koltuğunda aynı kumaştan yapılmış olan diğer yastığı hızla alarak, yamuk olanı, aldığının yerine fırlattı. Adamsa bütün bunlar olurken henüz oturacak kadar zaman bulamamıştı. Yamuk yastığı incinmiş, incitilmiş bir çocuk gibi biraz düzeltip kendi koltuğuna oturdu. Kadının, neye lazım olduğunu söylemediği, söylemek lüzumunu hissetmediği bin lirayı alıp, sağol’a benzeyen ama asla sağol anlamını barındırmayan bir laf söyleyip yürüyüp gitmesi o denli hızla gelişti ki, adam daha cüzdanını yerine koyamamıştı.
Adam, kadın gittiğinde yastığa şöyle bir baktı. “Bari benim koltukta kalsın” diye düşündükten hemen sonra vazgeçti ve yine yerlerini değiştirdi yastıkların.
Öğlene doğru, askerlikten üsteğmen olarak tanıdığı, şimdi emekli albay olan, aslında pek de hazzetmediği bir arkadaşı uğradı. Askerlikte muvazzaf olduğu için midir bilinmez, hayatta da emekli olmaya hiç niyeti yoktu. Yöneticisi olduğu apartman sakinlerinden ülkenin güneyinde yaşayanlara, herkesi neredeyse döve döve, asa asa düzeltmek gerektiğini öfkeyle anlatırken, zaten ezilip büzülmüş, ezilip büzülmeye mahkûm edilmiş yastığı kucağında dövüp durdu. Esnafın cuma günü namaz vakti işyerlerini kapatmalarından dem vurup, caminin dışına taşan kalabalığın iğrenç bulduğu görüntüsünü anlatırken, artık ayağa kalkmış ve yastığı büyük bir hınçla odanın en uzak köşesine fırlatmıştı. Yastığın fırlatıldığı yerde duran Atatürk çiçeğinin olduğu saksı önce bir-iki sallandı, sonra yıkılıverdi. Ona fırlatılan yastığın, onu kırılmaktan alıkoyan yumuşaklığına yığılıverdi. Adam bu garip görüntüye, yani bir yastığa yaslanmış saksıya ve çiçeklere bakarken, muvazzaf bey yükünü boşaltmış bir çöp kamyonu gibi tıslaya tıslaya çıkıp gitti.
Adam yastığı kaldırmadan saksıyı düzeltti. Sonra başını okşar gibi yastığa dokunup eline aldı. Biraz düzeltip yine yerine koydu.
Başka günler başka şeyler oldu. Adam yastığı asla düzeltmemeye karar verdi. Artık gelenleri dinlemekten çok, yastıkla ne yaptıklarına bakıyordu. Ta ki üstüne elzem olmayan her işe müdahale ettiği için herkesin asabını bozan mahallenin eczacısı gelinceye kadar. En son, gizli bir aşk yaşayan mahallenin iki gencine güya yardım etmek istediği için, oğlanın kızın babası ve abisi tarafından kasıklarından bıçaklanmasına yol açan bir iyilik yapmaya kalkmıştı. Yardımcısı izinli olduğu için mutfaktan ona çay almaya giden adam geri döndüğünde olanı biteni anlamamıştı. Eczacıyı yolcu ederken yanındaki koca torbanın içine yastığı da atmış olduğunu bilmiyordu henüz.
Ona yetişemedi, eczanede de bulamadı. Koşa koşa arastanın en ucundaki Maçkalı yorgancıya gittiğinde, eczacı, “Vitrini şöyle yapsak daha çok müşteri gelir” gibi bir şeyler söylüyordu ustaya. İçi doldurulmuş yastığa son dikişi atmak için elindeki ipliği yalayan yorgancıyı durduramadı. Konuşamıyordu çünkü. Donup kalmıştı. On beş dakika sonra kendine geldiğinde hastane acilindeydi. Eczacı, başındaki doktora acilen ameliyata alınması gerektiğini, beyin kanaması geçirdiğini, ihtimal ki anevrizması olduğunu söylemekteydi telaşla.
cem mumcu, Hayat Gerçeğe Perde, Binbir İnsan Masalları kitabından
On üçüncü kattan atlamış, zaten görenler uçak gibiydi diyorlar. Ellerini iki yana açmış, kanatlı gibiymiş. Düştüğünde parçalanmış bedeninin orta yerinde, giydiği tulumun cebinden bu kara kutu çıkmış.
Kara kutuya “düşüş nedeni” diye şu notu yazmış:
“Pervaneme kuş girdi çıkaramadım.”
cem mumcu, üçüncü sayfa güzeli kitabından
küçük adam dağa kaçtı
ki ellerim aynı onunkilere benzerdi
Babam’a
Sanki çok, çok uzun zaman önceydi. Sonraya dair izler yok değildi. Cenazeyi önümüzden taşırlarken leblebi tozu yiyordum, ağzım gibi küçük bir kaşıkla. Az daha boğuluyordum, boğulup ölüyordum. Leblebi tozu kadar yakındı ölüm demek ki. İlk o zaman hissetmiştim…
Bir erkekte olabilecek en narin eller ondaydı. Sırtıma hafifçe vurup kurtarmıştı boğulmaktan. O sırada cenaze de önümüzden geçip gitmişti. İlk o zaman hissetmiştim, O’nun ölümü benden uzak tuttuğunu, O varken bana hiçbir şey olmayacağını. O’nun öleceği ise hiç aklıma gelmemişti. İnsanın babası ölür müydü? Belki, ama benimki değil.
O’nu yolcu ederken leblebi tozu yemediğim halde, boğazımda aynı boğulma hissi vardı. İşte o zaman artık sırtıma vuracak bir elin kalmadığını düşündüm. Tabutunun altına doğru verdim sırtımı. Aynı narin dokunuşla nefes aldım yine. Bu, O’nun bana son dokunuşuydu.
Babası yoksa leblebi tozu yememeli insan…
cem mumcu, Muallakta, Araf’ta ve Düşlerde kitabından
Düşlerimi ıslatan kadın… Hayata dair ne varsa sendeydi. En istekli parmağımı koparmaya çalışmasaydın bu denli çelişmezdi belki ruhlarımız. Bedenlerimiz bu denli harman olmuşken ve de ellerimiz çok acıkmışken birbirlerine… Sen de mi sağ elini kullanırdın ben yokken? Oysa ilk sol elini tutmuştum, çünkü sağımdaydın. Ben çok kanamıştım. Kimse görmesin diye saklanıyordum. Gecenin son saatlerinde dökülmüştüm yola. Sinemaya sırf karanlık diye girmiştim. Salon bomboştu, en arkaya oturmuştum. Çok acıyordum, kendimden bile kaçıyordum. Sen gelip yanıma oturdun. Niye yaptığını biliyor muydun? Kaçışıma mı katılacaktın yoksa peşimden mi kovalamaktı niyetin? Sonra elimi tuttun? Benimle gelmek için mi, gitme demek için mi? Belki üç gündür uyuyamamıştım, daha da uyuyamayacaktım. Oysa elin elimi tuttuktan belki beş dakika sonra çocukluğuma kaçtım. Düşümde seni gördüm. Her zamanki gibi seni gördüm ya da hep düşüme giren sendin. Sinemadan birlikte çıktık. Bizi gören hep “biz”dik sanırdı. Oysa daha konuşmamıştık bile. Ama biz de bizi biz yapan şeyi hissetmiştik. O şeydi beni alıp götürmenin nedeni. O şeydi üstümüzü bile çıkarmadan birlikte uyumamızın nedeni. Sabah olduğunda hâlâ konuşmamıştık. Belki ağzımızdan çıkacak tek bir sözcükten bile korkuyorduk. Senin O olmaman ihtimaliydi beni korkutan. Sanırım sen de aynı şeyden korkuyordun. Hep o evde yaşıyormuşçasına birlikte hazırladık kahvaltıyı. Sanki her şeyin yerini biliyordum. Hayatımda ilk kez alıştığım bir şeyleri yaşamanın huzurunu hissediyordum. Oysa daha yepyeniydim çok eski olmama rağmen ya da çok eskiydim yepyeni olmama rağmen.
Herkesin sıkıldığı alışkanlıkların benim için huzurdu karşılığı. Hiç alışacak denli olmamıştı ki bir şeyim. Kimse bilmiyor ki aslında mutsuzluk sıradan olan. Ve mutluluk o kadar sıra dışı, o kadar az bir şey ki. O yüzden, kaçmasın diye elimden sımsıkı tuttum seni. Belki hatam buydu. Sense tutulmak değil kendini bırakmak istiyordun. Bıraktın da. Ama ben ısrarla tutmaya devam ettim. Sen bunaldıkça ben daha sıkı tuttum korkan bir bebeğin elleriyle.
Ve senin kaçışın bir süre daha kovalamama neden oldu seni veya sen zannettiğim şeyi. Sonra bir gün tersine döndü her şey. Ya da ben döndüm. Ve bir kaplumbağanın kabuğu üstüne tersine dönüşüne benzemiyordu benim dö- nüşüm. Belki ayaklarımın üstünde durmaya başlamıştım. Bir yararı yoktu oysa bunun kimseye. Ben debelenmek istemiştim senin gövdende. Olmadı, dikleştim. Senin ağzımdan kaçırdığın memen -anneminki kadar mağrurlaşan memen- sonunda çirkinleşti benim gözümde. Verdiğim tüm güzelliği geri aldım ondan. Ve önce istemez oldum. Kaçmadım, sadece durdum olduğum yerde. Ve sen alışmışlığıyla hep istenmenin, şaşkınlığa düştün önce. Sonra istememi istedin, eskiden istemediğin istememi istedin. Oysa pörsümüştün gözümde. Artık istemiyordum, istemeyi istesem de isteyemiyordum. Ve sen döndün tersine iyi- den iyiye. Benim cüce aynam sana geçmişti. İstenmediğini düşündükçe, belki benden de çok çılgına döndün. Beğendiğim ya da beğenme olasılığım olan tüm kadınlara aynı anda benzemeye çalışıyordun. Oysa tehlikeli viraja çoktan girmiştin ve geriye dönüşü yoktu. Senin kıymet bilmezliğin bana geçmişti bir kere. Yine de karşılık görmediğim acılı günlerimi özlüyordum ve seni kıskanıyor- dum. Aşk el değiştirmişti. Acılı da olsa sendeydi; bir amacın vardı. Değiştirmek istediğin, kaybetmekten korktuğun bir şey vardı. Birlikte tutmayı başaramamıştık aşkı. Ellerimizin içinde tutup büyütememiştik. Bunalma sırası bendeydi; beni boğuyordun. Senin çaresizliğin belki benimkinden daha paralayıcıydı.
Artık gitmek istediğimi söylediğim o gece… Sen çılgınlığa, ben uykuya dalmıştık. Ara sıra uyanıyor ve hiç durmadan konuştuğunu, bağırdığını, ağladığını görüyordum. içim parçalanıyordu. Ama geçmişti bir kere, üstelik sendin geçiren. Bir taşın tepeden yuvarlanışı kadar hızla inmişti sana olan ilgim ve aşkım. O taşı sen yuvarlamıştın. Ve aynı taşı şimdi sen çıkardın kendi tepene. Düşmesinden korkuyor muydum? Bilmiyorum, tahterevalli gibi, bu kez yeniden ben iner miydim aşağıya? Sanmam. İçimden sadece kaçmak geliyordu. Açlığının ne denli büyük olduğunu o gece anladım. Dişlerini bu denli keskin hale getiren açlığını o gece gördüm. Koparmaya çalıştığın, bir zamanlar tümüyle senin olan şey miydi? Yoksa beni azaltıp taşını yuvarlamak, aynanı kırmak mı istemiştin? Keşke kanımda sana ait bir şeylerin tadını bulabilseydin. Yoktu. Temizlenmiştim senden…
cem mumcu, Hassas Ruhlar Terazisi kitabından