Sen şimdi merak edersin. Sadece merak edersin. Meraklanma, yalnızım. Senin yanında olduğum kadar yalnızım… Oysa merakın sarmaz, ısıtmaz beni. Meraklandığın ben miyim? Değilim biliyorum. Sen, beni değil yanımdaki boşluğu merak ediyorsun. Ya birisi doldurduysa diye endişelendiğin o yeri; bir zamanlar sen doldurursun diye beklediğim, sonra sen doldurasın diye kendimle doldurmaya çalıştığım o boşluğu merak ediyorsun. Yani canım, sen yine kendine doladığın, kendine sarıldığın, kendinle bakıştığın ama asla sevemediğin kendini merak ediyorsun.
Yok, endişelenme orası boş… Hâlâ boş, sen varken olduğu kadar boş… Elimi bile uzatmam oraya. Düşmek istemem bir daha umut kuyusuna. Boş olduğunu bilmek, dolmayacağını kabul etmek çok daha iyi… Tamam diyor insan ve tamamlanıyor… Aslında eksiğini tamlık biliyor. Geri dönme, düzelme, bekleme ihtimalleri sürdükçe, umut bitmedikçe, şöyle doya doya ağlamadıkça yasını başlatamıyorsun çünkü. Gerçekten ölünce o ölmesin istediğin şey, onsuzluğuna bir güzel ağlıyorsun. Ve diyorsun ki “ben eksiğim”, diyorsun ki “ben yarımım”, diyorsun ki “ben topalım”… Ve ancak o zaman, tamlığının o eksikliği içerdiğini anlıyorsun. Ve kalan diğer bacağınla yürüyebiliyorsun, yürüyemezsen sürünebiliyorsun, sürünmeyi bile tamlık biliyorsun.
O boşluğu merak ediyorsun biliyorum. Ama artık yanımda değil canım. Senin göremeyeceğin, kimsenin dokunamayacağı bir yerde duruyor çünkü. Onu içime aldım… Onu babamsızlığın yanına koydum…
cem mumcu, Hayat Gerçeğe Perde kitabından
Zaman, sırlı bir aynanın içinde kendi oyununu oynarken beni nerede tuttu? Yaşam, zamanın içinde benim eğretilenmiş halim mi yoksa? Benim kim bilir ne zaman, ne zamandır ve nereden ve de niçin geldiğini bilmediğim varlığımı boynuzunda taşıyan iri memeli bu yuvarlak, yoksa sonsuz mercekli bir yanılsama mıydı?
Bir tane sandığım, ama asla bir tane olmak istemediğim kendim, biricikliğimi niye çoğunluğa hapsetmek istiyor ki? Neden hem özel hem tek olmak, hem de çan eğrisinin içinde kalmak isteği bu denli çelişik dururken ayaklarım dolanıp düşmüyorum? Niye diğerleri de kendileri düşmemek için beni tutuyorlar ve ben niye onları? ‘Onlar’ın içinde olmanın güvenini bu kadar gereksinirken, niye hem de farklı olmak istiyorum? Ve de niye boynum vurulasıya farklı olmayı göze alamayacak kadar ılık bir kazanda piştiğimi sanıyorum?
Ne olduğuma, kim olduğuma, nasıl göründüğüme, koktuğuma, ellendiğime dair bilgilerse beni var eden sadece, ben gerçekten var mıyım? Varlığım niye bilgiye ipotekli? Bir ya da daha fazla sembolle tanımlanmamın arasındaki fark ne? Ben aslında varlığa doğru gayret içinde bir ‘yok’ muyum? Yokluk da ancak varlığın olmayışıyla tanımlandığına göre, ‘var’ın da ‘yok’ kadar yok olduğunu, üstelik ‘yok’a gereksinim gösterecek denli güçsüz olduğunu söyleyebilir miyim?
Kentlerin, içime doğru uzanan, saplanan yolları neden bu kadar kalabalık? Ben diğer şeylere kıyasla mı ‘ben’im? Onlarla sınanmadığımda, benim ben olduğuma dair bir işaret kalmaz mı?
Öyleyse neden kentten uzaklarda, kendime dair işaretlere yaklaşıyorum? Ve neden orada buluştuğum işaretler, kentteki görüntüme eklenemiyor? Hatta eksilmeye, dışarı çıkmaya, çıkarılmaya, kusulmaya yöneliyor?
Sıfatlar özneleri bu denli gölgeliyorsa, eylemlerimin sahibi de ben değil miyim? Aşık olunan sıfatlarımsa ve aşık olduğum da sıfatlarsa, özneler arasında yaşananların gerçekliği güvenilir mi?
Aklımın zehrini fark ettim. Zehirsiz bölgenin tehlikesini göze aldımsa da, yasağını delemedim. İtiraf ediyorum. Ben artık tanımladığınız ‘ben’im ve de başka hiçbir şey…
cem mumcu