Bir saat kadar once instagrama düşen bir fotoğraftan sonra iyiden iyiye düşünmeye başladım. Fazla bir şey söylemeden sizin de düşünmenizi istiyorum. Konuyu bilimsel bir zeminde de ortaya koyup ayrıntılandırmak niyetinde değilim. Ama bu konuya eğilmek hatta belki de bir araştırma yapmak sanırım çok önemli ve neredeyse şart görünüyor. Okuyanlara Histrionik Kişilik sorununu anlatmak yerine herkesin anlayacağı biçimde okunabilecek olduğunu düşündüğüm son derece basit bir tanımı wikipediadan kopyalayacağım:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Histrionik_ki%C5%9Filik_bozuklu%C4%9Fu
“Başkalarının ilgi ve muhabbetlerini çekebildikleri sürece canlı, neşeli, şevk dolu ve cilveli veya çapkındır. Kendileri grubun odağı olduğu sürece ilişkileri kuvvetlidir. Cinsel anlamda uygunsuz provakatif davranışlar sergileyebilir, duygularını etkileyici tarzda dışavururlar. Bunun yanısıra egosantrizm, kendine düşkünlük, sürekli takdir arzusu ve ihtiyaçlarına ulaşmak için sürekli psikolojik manipülasyonda bulunurlar.
Bu kişilik bozukluğuna sahip olan kişiler kendi kişisel durumlarını gerçekçi olarak değerlendiremezler ve karşılaştıkları güçlükleri abartma ve dramatize etme eğilimi sergilerler. Kolayca sıkıldıklarından çok sık iş değiştirebilirler ve hayalkırıklığı sorunu yaşarlar. Yenilik ve heyecan arzularından dolayı kendilerini tehlikeli durumlara sokarlar. Bu unsurlar onların daha büyük depresyona girmelerine sebep olabilir.
Şu belirtiler görülür:
Şimdi sizden sosyal medyanın yukarıdaki örüntüyle bağlantılarını kendinizin düşünmenizi isteyeceğim. Söyleyeceklerim şimdilik bu kadar sanırım.
Kararsız bir ruh, menevişlerini üstüme saldı. Aldandım. Bir kez daha kuru bir kuyudan su içmeye kalktım. Kurulu bir kader saati gibi yaşam ikide bir başa dönüp aynı şeyleri tekrarlıyor. Oysa kader sandığın düpedüz kendi yazdığın bir öykü ve sen kahramanı olduğun bu öyküyü farklı renklerde kalemlerle yeniden, yeniden yazıyorsun. Yeniden kelimesinin “yeni” diyen kısmı sahte, den den diyen kısmı gerçek. Oyuna gelme! uyarısını her defasında boynuna bir levha ile asıp sonra boynunun bile nerede olduğunu unutacak denli kaptırıyorsun kendini, güya gelmeyeceğin oyuna. Belleğin oyuna daldığı için mi kaybediyor unutmaman gerektiği için büyük bir titizlikle kafana kazıdığın bilgiyi? Hayır. Unutmaya meylin, inanmaya meylin yüzünden… İnanmak bütün unutmaları da gövdesine alacak denli büyük ve bütün hatırlamaları atlatacak kadar kurnaz. İnanmak en çok meylettiğin ve en çok mest olduğun. Oysa bilgi, deneyim ve uyarılar sıkıcı, durdurucu ve coşkusuz. Ama yine inanmak can yakıcı, canını yakıcı.
Söz konusu hal başladığında ne yaptığım üzerine hiçbir fikrim yoktu ya da halin kendisi fikirleri durduracak, yok edecek denli hakimdi bana. Ona öyle miydi bilmiyorum. Ben hesabı çoktan düşürmüştüm, sonra kendim ödeyeceğimi bile bile ya da daha doğrusu bilmeden. Dedim ya bütün bilmeleri düşürmüştüm elimden, ayağımdan ve kafamdan. Düşünce namına ne girse beynime ya da ne çıksa beynimden yapmazdım, yapamazdım. Engellerdi bir şeyler. En azından kaygılarım, korkularım sökün ederdi.
Biten bir gün, güneşinin ışığını söndürürken ve kaparken gözlerini, akşam olursa arka sokaklarda kanlar dökülecek, hastalıklar, sızılar, sancılar depreşecek, kuytularda kaçan ayak sesleri yankılanacak ve tecavüz ayak seslerini susturacak diye düşünür mü? Güneş gecenin tekinsizliğinin sorumluluğunu üstüne alıp batmaktan vazgeçer mi? Ben de kendi gecemin renkli âlemi uğruna tecavüze ve kana düşmeyi göze mi aldım? Yoksa tecavüz bizzat mı çekiyor beni? Bütün bunlar da ‘olup bittikten’ sonra düşünce alanına giriyor. Daha doğrusu düşünce alanı her şey bittikten sonra ortaya çıkıyor. Çıkmasa daha iyi. Çıkmasa döktüğün kanın bile farkında olmamanın huzuruyla devam edeceksin ya da bitecek. Tabii yine “bitme”nin bilgisini hissetmeden ve bilmeden. Çünkü bütün “son”ları da acıyla taçlandıran “son”a dair bilgi değil mi? Ölmenin bilgisi değil mi aslında ölmeyi bir ilmek gibi boyna geçirip “ölmek” yapan.
Ama ben ne zaman akşamı bellesem güvenli diye, ayın bile kırmızıya kesiyor elleri. Gecenin soğuk kucağı en iyisi desem, ben boyanıyorum kırmızıya. Evden çıkmak ve çıkmamak arasında karar vermeye çalışırken kendimi dışarıda buldum yine. Ama gece bu, boş durur mu? Sokaklar boş, caddeler boş… Ama yoğunluğu azaldıkça hayatın, ölümünki artıyor işte. Karanlık bu, başka hiçbir şeye benzemiyor. Benzemeye çalışsa da görünmüyor benzediği zaten kendi karanlığı yüzünden. Ben de kendimi bulmaktan çok, bulduğum kendimden kurtulmak için dökülmüştüm zaten sokağa. Anlamsızca yürümek istiyordum. Asıl istediğim anlamsızlıktı. Yürümek de ona yardım eder diye yaptığım bacak ve kol hareketleri. Oysa biliyordum ki nereye gitsem lanet başımı da taşımak zorundayım omuzlarımın üstünde.
Bir fısıltı duyana kadar da karanlıkta anlamsızlık avına devam ettim zaten. Fısıltının ne olduğunu anlamak için döndüğümde ise önce kediyi gördüm sonra onu. Elindeki naylon torbanın ağzını açmış kediye sesleniyordu. Kedinin ona doğru koşuşu ve onun yere eğilerek tuttuğu torbadan yemeye başlaması çok kısa bir an içinde gerçekleşti. Sonrası bir filmin hareketli görüntüsünden uzaklaşıp bir fotoğraf karesi oldu. Bir kadının bir kediye elindeki torbanın içinden bir şeyler yedirdiği gece çekilmiş bir fotoğraf karesi. İşte bu kare, anlamsızlık arayan ruhumun anlamın bütününü kusamamış midesine bir çengel attı. Sanki elest* zamanına dönmüş, bir kez daha evet demiştim. Halbuki daha olmamıştım ya da geçmiştim. Onun için yokluktan medet umuyordum. Kedi ve kız ise karanlıkta bir suretten başka bir şey değildi. Bir kez daha inanmalı mıydım? Bir kere daha ‘beklenen anlam bu surette mi?’ diye düşünüp ‘ya öyleyse, kaçırma fırsatını’ mı demeliydim? Karar anı ipte yürüme anıdır aslında. Ve kim bilir kaç kere evrilip değişiyor hayatlarımız aptal saptal küçücük kararlarla. Belki de milyonlarca küçük kararın her biri başka bir geleceği, başka bir hayatı, başka mutlulukları ve başka mutsuzlukları taşıyor küçücük gövdesinde. Şimdi ben burada dönüp gidersem mi fırsatı tepmiş olacaktım yoksa kalırsam mı asıl fırsatı tepecektim? Kim bilebilir? Ben bilmiyorum, bilemiyorum…
Bilmeleri atıyorum hep yaptığım gibi karanlık kaldırıma. Kedi sanki görüyormuş gibi attığımı, bırakıp torbanın içindekileri bana doğru koşuyor. Fotoğraftaki kız da durmuyor, kediyle birlikte o da hareket ediyor ve kaldırıyor başını ve bakıyor kedinin peşi sıra. Gözlerimiz karşılaşıyor. Onunki korkulu, benimki meraklı. Sanırım korkusunu azaltmak veya korkutucusunu sakinleştirmek için gülümsüyor. Ve sonra ‘Gece, gel yemeğini bitir’ diye sesleniyor simsiyah kediye. ‘Bu cümle aslında benim cümlem olmalıydı’ diyorum. ‘Anlamadım’ diyor. ‘Aslında gecenin önüne kendimi sürerken bu gece tam da bunu söylemeliydim geceye’ diye geçiriyorum içimden. Ama ona söylemiyorum bunu ve yalan söylüyorum. ‘Benim de Gece diye bir kedim vardı bir zamanlar’ diyorum…
İşte böyle tanıştık. Ama çok uzun zaman bir daha görmedim onu. Sadece onun attığı umut çengelinde kıvrandım durdum birkaç ay. Ve sonra bir kez daha karşılaştık. Yine aynı saatlerde yine aynı şeyler olurken. O kadar uzun bir zaman geçmişti ki, aklına bunun bir tesadüf olması dışında bir ihtimal gelmedi. Aslında ‘O kadar uzun zaman beklemiştim ki, aklına bunun bir tesadüf olması dışında bir ihtimal gelmemesi için’ demeliydim. Ve tesadüf fikri güveni getirdi. Daha çok konuşuldu. Ta ki tanışıp telefonlarımızı birbirimize verene kadar. Sonra o beni aradı, tamı tamına yüz on sekiz saat yirmi beş dakika sonra. Buluşmamız hemen ertesi gün oldu. Sevişmemiz ise hemen o gece. Aşkımızı taçlandıran en önemli anlarımız Gece’yi beslemeye çıktığımız anlardı. Gece bizim her şeyimizdi. Gece bizi bize kavuşturan düşsel bir yaratıktı.
Aşk, çoğu zaman olduğu gibi, kendisinden öncesiyle ilgili zamanın itirafları için muhteşem bir güven ve heyecan sunmuştu. Ona, aslında daha ilk geceden itibaren her gece onu ve Gece’yi izlediğimi söylediğimde kısa bir süre önce korkacağı bir şey onu şimdi dünyanın en mutlu insanı haline getirmişti. (Olgular farklı zamanlarda ne kadar farklı anlamlar taşıyorlar.) Günler hiçbir zaman arzu etmeyi aklımdan geçiremeyeceğim için hayalini bile kurmadığım bir huzurla geçiyordu. Bir gece Gece’yi beslerken “Neden onu da hayatımıza iyiden iyiye katmıyoruz?” diye sordu. Buna ne benim ne de Gece’nin itirazı oldu. Artık üçümüz yaşamaya başlamıştık. Salondaki mavi koltukların ve perdelerin üzerlerinde Gece’nin, benim sırtımdaysa onun ojeli tırnaklarının izleri kalıyordu.
Birçok pazar yaptığımız gibi o Pazar da öğleden sonra uykusuna yattık. Uykuya dalmadan önce saçlarının okşanmasına bayılıyordu. Gece de yatakta ayak ucumuzda yatıyordu. Önce onu uyuttum hep yaptığım gibi. Biraz kitap okuyup ben de (onun yanımda olduğunu bildiğim o muhteşem uykularımdan birine) daldım uykuya.
Uyandığımda yanımda sıcaklığını aradım. Yoktu, benden önce kalkmıştı yine. Yatakta Gece gibi gerindim. içeride onların olması düşüncesi bedenimin tüm hücrelerini mutlulukla dolduruyordu. “Geceee” diye seslendim. Aslında seslendiğim her ikisiydi. “Uyandım, gelin bana sarılın” diyordum yani aslında hep yaptığım gibi. Ama bu kez duymadılar beni. Kalktım eşofmanımı geçirdim üstüme. Salonda yoktu. Mutfakta da, banyoda da. “Alışverişe çıkmış olmalı; ama Gece nerede?” Allah Allah o da yok. Telefona gittim, cep telefonunu aradım. Yanlış düştü. “Böyle bir numara kayıtlı değil” diyordu bir kadın sesi. Yine aradım yine aynı şeyi söylüyordu. Mutfağa su ısıtmaya gittim kahve için. Gece’nin mama kabı yok. Gecenin mama torbası da yok. Son sürat yatak odasına gittim. Gardıropta hiçbir kıyafeti yok. Çekmecelerde iç çamaşırları yok. Vestiyere koştum. Ayakkabıları yok. O güzelim ayaklarına giydiği ayakkabıların hiçbiri yok. Küpeleri, yüzükleri, şampuanı, kremi, diş fırçası, tokaları, hiçbir şeyi yok. Elleri, ayakları, gözleri, hiçbiri yok… Ağlamaya başladım. Salondaki kanepeye bıraktım kendimi. Uzunca bir süre öylece kaldım. Zamanın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir yere dönmediği, akreple yelkovanın saçmalık ürettikleri garip dakikalar geçti üst üste. Dışarıda hava kararmaya başlamıştı. İşte bunu fark ettiğim anda perdeleri gördüm. Perdelerin üzerinde Gece’nin yaptığı izlerin hiçbiri görünmüyordu. Panik içinde kalkıp salonun ışığını yaktım. Ve mavi koltukların üzerindeki tırnak izleri de yoktu.
Yoktu. Gitmişti. Hiç olmamıştı. O gece başlayan ve aylar süren her şey aslında olmamıştı. Beş altı saat öylece durdum. Ayakkabılarımı ve kabanımı giydim ve dışarı çıktım. Anlamsızca yürümek istiyordum. Asıl istediğim anlamsızlıktı. Yürümek de ona yardım eder diye yaptığım bacak ve kol hareketleri. Bir fısıltı duyana kadar da karanlıkta anlamsızlık avına devam ettim zaten. Fısıltının ne olduğunu anlamak için döndüğümde ise önce kediyi gördüm sonra onu. Elindeki naylon torbanın ağzını açmış kediye sesleniyordu. Kedinin ona doğru koşuşu ve onun yere eğilerek tuttuğu torbadan yemeye başlaması çok kısa bir an içinde gerçekleşti. Sonrası bir filmin hareketli görüntüsünden uzaklaşıp bir fotoğraf karesi oldu. Bir kadının bir kediye elindeki torbanın içinden bir şeyler yedirdiği gece çekilmiş bir fotoğraf karesi. İşte bu kare anlamsızlık arayan ruhumun anlamın bütününü kusamamış midesine bir çengel attı. Sanki elest zamanına dönmüş, bir kez daha evet demiştim. Halbuki daha olmamıştım ya da geçmiştim. Onun için yokluktan medet arıyordum. Kedi ve kız ise karanlıkta bir suretten başka bir şey değildi. Bir kez daha inanmalı mıydım? Bir kere daha ‘beklenen anlam bu surette mi?’ diye düşünüp ‘ya öyleyse, kaçırma fırsatını’ mı demeliydim? Ve kedinin adı neydi? Yine Gece miydi?
*Elest: Yaratılışın başlangıcı. Allah’ın bütün ruhları yarattığında “Elestü birabbiküm” yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu zaman. Yaratılanlar bu soruya “Kalû belâ” yani “Evet” diye cevap vermişlerdir. Edebiyatta sıklıkla Elest Bezmi ya da Bezm-i Elest olarak geçer. Şairler sevgililerine Elest bezminde aşık olduklarını ve o zamandan beri aşklarının hep sürdüğünü söylerler.
cem mumcu, Hassas Ruhlar Terazisi kitabından