Yere düştüğünde başı havada kalmıştı.
Sırtındaki boşluğun içinde neler olduğunu merak ederdim.
Onu itip düşürdüklerinde bunu düşünüyordum sanırım.
Çocuklar niye hain olur? Belki de büyüyünce sadece hainliğimizi saklamayı öğreniyoruz içimizin kirli tavan arasına. Aslında yetişkinler dünyasında da birlik olunduğunda, kimsenin yargılamayacağı düşüncesi çoğunluğa hakim olduğunda, hainliğe geçiliveriyor hiç duraksamadan. Ya da hainliğimiz daha gizli, daha derinden, daha ustalıklı bir hâl alıyor.
Ama ilkokulun üçüncü sınıfında, belki hayata tutunmak için birlik olmaya daha çok ihtiyaç duyan bir çocuk grubu farklı olanı -bir kamburu- rahatlıkla aşağılayabiliyordu işte. Belki ortak bir “yabancı”ya, “benzemeyen”e duyulan korkuyla karışık bir öfkeyle birleşip kenetleniyorlardı.
Yere düştüğünde başı yere değememişti. Bir kaplumbağanın sırtüstü haline benziyordu yerde yatarken. Bense hainlerin dışında da olsam duygudan uzak bir merakla bakıyordum ona. O boşlukta ne vardı? Öğretmen, sık tekrarlanan bu durumu her öğrendiğinde hainlere ufak cezalar verirdi. Yine de onun da kamburu sınıfında görmekten haz ettiğini hiç sanmıyorum. Ayşe’yi boyunun çok kısa olmasına rağmen hep en arka sıraya niye oturturdu ki? Belki de öğretmen de dahil hepimizin yaraları, eksikleri, utançları, çirkinlikleri dolmuştu onun sırtındaki boşluğa. Bundan belki, ne zaman yüzleşmek istemediğim bir yanımı fark etsem, Ayşe’nin imgesi girer düşüme. Düşümde kamburundan utanan ve saklamaya çalışan, ben olurum. Birinde kamburuma bıçak sokarak sanki bir balonmuşçasına söndürmeye çalışıyordum. Belki sınıfta yapılan da buydu.
Üniversiteyi bitirip başarılı olduğumu kendime ve etrafa ispatladığımı düşündüğüm o yıl, mahalleye döndüğümde uzun zamandır onu görmediğimi fark ettim. “Bir gariplik var Ayşe’nin üstünde, evden hiç çıkmıyor, hasta” dediler. Her şeye rağmen liseyi bitirmiş ve mahalledeki dişçinin muayenehanesinde, müşterilere görünmemesi kaydıyla, çalışmaya başlamıştı. Beş altı aydır işe de gitmiyormuş.
Evlerine gittim. Babası artık iyiden iyiye ihtiyarlamıştı, güçlükle yürüyordu. Yaşlı bir baba ve kambur bir kızın evi nasıl olursa öyleydi evleri. Geçen bunca yılın hepimizin evine getirdiği bir sürü yeniliğin, değişimin hiçbiri yoktu o evde. Aynı duvarlar, aynı divanlar, aynı örtüler, aynı halılar, aynı fotoğraflar, aynı duvar halısı ve aynı geyik. Kendi çocukluğumdan şimdiye neredeyse hiç kalmamış ne kadar nesne varsa her şey oradaydı. On üç on dört yıl önce Ayşe’nin annesi öldüğünde ev nasılsa aynısı, eskimişi, yıpranmışı, kirlenmişi, iyice acıya bulanmışı… Sanki bir şey onların takviminin önünü kesmişti. Orada öyle, ne ileri, ne geri kalakalmışlardı.
Babası odasından sadece tuvalete gitmek için çıktığını, hiç konuşmadığını söyledi. Bir de sürekli kusuyormuş, çok kilo kaybetmiş.
Ayşe’nin yanına girdim. Odanın içinde duyduğum kokuyu sadece ‘bir acının kokusu’ olarak tanımlayabilirim. Yatakta sırtı dönük yatıyordu. “Ayşe, ben geldim, Reha” diye seslendim. Kafasını çevirdi, “Reha” diye ufak bir çığlık attı. Yüzü, daha önce onda hiç görmediğim bir mutlulukla doluydu sanki. “Yardım et, kalkayım” dedi. Yatağın kenarına oturdu. “Nasılsın” dedim. “Çok iyiyim” dedi. Yüzüne bir kez daha dikkatle baktım; gerçekten çok mutlu görünüyordu. Bütün bu evden çıkmamaların, kusmaların ardındaki bu mutluluk hali kafamın içinde garip bir çelişki yaratmış, bu hale bir anlam verememiştim. İkimiz de sustuk, belki beş dakika birbirimize baktık. Gözlerimden bir şey sorduğumu, durumu anlamaya çalıştığımı fark etmişti. Parmağını dudaklarına götürdü, suss işareti yaptı. “Sakın kimseye söyleme” dedi. “Ben hamileyim, altı aylık” dedi. Gözüm ister istemez karnına gitti, hiç büyümemişti. Hem oldukça zayıf görünüyordu. “Çok mutluyum, çok… Sakın kimseye söyleme, bir sen biliyorsun” dedi.
Ertesi gün yine gittim, daha ertesi gün yine. Durumu fiziksel olarak gittikçe kötülüyordu. Oysa büyük bir mutluluk içindeydi. Bir hafta sonra gittiğimde “artık tekmelemeye başladı” dedi. Ve işte o an her şey tersine döndü. “Çok tekmelemeye başladı” dediği anda elini arkasına çevirip kamburunu okşamıştı. “Çok büyüdü görüyor musun” diye ekledi.
Aşk, dişçinin muayenehanesinde, gelen bir adamı kapının aralığından görmesiyle başlamıştı. Sonra adamın süren tedavisi için sık sık gelmesiyle devam etmiş, belki tüm yaşamını kapı aralıklarında yaşayan Ayşe, yine aynı aralıktan aşkını büyüttükçe büyütmüştü. Adam onu görmüş müydü? Bence hayır. Ama ne fark ederdi ki? Ona göre onu gebe bırakacak denli yaklaşmışlardı nasıl olduysa. Hem aşk dediğin hep âşık olana göre değil midir ki? Kamburunun içinde bir bebek büyüttüğü duygusunu yaşatacak denli kim sevişmiştir ki biriyle? Hangi kadın böyle bir hazla beklemiştir ki, aslında olmayan bebeğini?
Ona söz vermiştim, kimseye söylemedim. Söylemek onun için tümüyle gerçek olan aşkını da, gebeliğini de sonlandıracak; yerine delilik gelecekti. Mutluluğu acıya dönüşecek veya dönüştürülecekti.
Takvimi vardı; dokuz ay on gün bekledi. Her gün ama her gün gittim. Doğum biraz gecikti diye sıkıldı, bir hafta daha bekledi. Sonra haberi geldi. Gittiğimde bir bıçağın üstünde yatıyordu ölü bedeni. Kafası düşmüştü ama yine de yere değmiyordu. Yüzü çok güzeldi. Dünyanın en güzel annesiydi, gülümsüyor gibiydi. Doğururken ölmüştü… Eğildim, iki elimle kıpkırmızı bir bebeği tutarcasına avuçladım yerdeki kanı. Kimsenin görmediği, göremediği bu bebek, hayatımda gördüğüm en güzel aşk çocuğuydu.
Aşk…
Acıya bulaşan…
cem mumcu, Sahici Aşklar Külliyatı kitabından
Bir edebiyat dergisi cinsellikle ilgili soruşturma açıp beni yazmaya davet ederken bir metin gönderdi. Metnin sonunda ana soru şöyle dillendiriliyordu: “Türk Edebiyatı ve düşünce dünyası cinselliği yeterince yaşamış ve kuşatmış mıdır? Bir yaygın ve örgün ama o arada özgün cinsellik kültüründen söz etmek mümkün müdür?” Bu sorunun yanıtını kuşatıcı bir biçimde içerecek bir metin kurmaya giriştiğimde aklıma yıllar içinde okuduğum, şaşırdığım başka metinler geldi. Ben de bir yazı yazmaktan vazgeçtim. İki kaynaktan bir derleme yapacaktım hem de hiç yorumsuz (başarabildiğim kadarıyla yorumsuz) bir derleme. Alt alta bazı paragraflar sıralayıp, okura bırakacaktım gerisini.
Bunu yaparken özellikle tırnak içinde bilimsel olan metinleri niye seçtim? Çünkü bir taşla iki kuş, hatta üç kuş vurmak istiyorum. Böyle yaparak soruşturma konusuna yaklaşacağım. Sonra metinlerin yazıldıkları dönemin cinsellikle ilgili bilimsel (?) gerçeklerini okura sunacağım. Bir de art niyetim var! Son yıllarda edebiyat adına iş üreten, roman, öykü yazan bir kısım yazar arkadaşımızın, yazdıkları kurgusal metinleri sunarken bilimsel, tarihsel, bilgisel kaynaklara yaslandıklarını görüyoruz. Ve kurmaca metinler medyanın da etkisiyle tarihsel, bilimsel gerçekleri sunan yapılar haline gelmeye başladı. Ve araştırmacı gazeteciler gibi araştırmacı romancılar, öykücüler, hatta şairler türemeye başladı. Bu yazıda sunacağım örneklerin o dönemin bilimsel kaynakları olduğunu söylemiştim. Şimdi bu araştırmacı edebiyatçılara diyorum ki: Edebiyat bir sanattır, edebiyat bir kurgudur. Dolayısıyla bilimsel ‘gerçek’leri temel almaz, onun çok daha ötesine bir uzanımdır, uçuştur, hatta karşı çıkıştır. Temel aldığınız ve romanlarınızı savunmak için yaslandığınız kaynakların aşağıdaki örneklerin düştüğü hale düşme olasılıklarını unutmayınız. ‘Gerçek’le sınırlı bir edebiyat kendi gerçekliğini oluşturamaz zira. Eğer edebiyat ‘gerçek’ diye sunulanın ötesine geçemezse hiçbir zaman ‘yaşamak, kuşatmak, kültür oluşturmak’ noktasına gelemez. Octavia Paz Çifte Alev-Aşk ve Erotizm adlı kitabında “Aşktaki büyük değişimler, edebiyat akımlarına koşut gider. Edebiyat onlar için yolu açar, onları çekip çevirerek yüce idealler katına yükseltir.” diyor.
Elimizde iki kaynak var. Birincisi Mazhar Osman’ın 1935 basım tarihli Akıl Hastalıkları kitabı. Diğeri yine Mazhar Osman’ın Tababeti Ruhiye kitabının 1941’de yayınlanan üçüncü baskısı. Her iki kitaptan da cinsellikle ilgili bölümlerden bazı alıntılar yapacağız. Adı geçen kitapların şimdinin Psikiyatri ‘Textbook’ u denilebilecek özellikte, yani bilimsel ders kitabı niteliğinde olduğunu tekrar etmek istiyorum. Bir not düşmek gerekirse: Yazım hataları da Mazhar Osman’dan kaynaklanmaktadır. Ben sadece bazılarının günümüz Türkçe’siyle karşılıklarını parantez içinde veriyorum:
İstimna (yani mastürbasyon)
“İstimna gençlerde bir çok fenalıkların sebebidir. Evvela hastanın bedeni ve manevi sıhhatine fena tesir eder, zafiyetten gözünün etrafı siyahlaşır, bakışları koyun gibi olur, kolaylıkla vereme yakalanırlar. Sinirli, hırçın olurlar.”
“Mütereddîlerin (soysuzlaşmış) bazıları onanisme’den o kadar keyiflenir ki… hatta böyleleri el yardımına muhtaç olmaksızın da resimlere baka baka menilerini akıtırlar… bazıları tahayyül (hayalde canlandırma) ile şehvetlenir, menileri akar. “
“Kadınlar arasında mihbeline kadîb (erkeklik organı) şeklinde bir şey sokarak şehvetini getirenler çoktur. Genç kızların çoğu tenasül kısımlarına dokunmaktan değil, bakmaktan bile utanır. Fakat yüzü yırtılmış kızlar, bızırlarını (klitoris) kaşımaktan veya kaşıtmaktan zevk alırlar”
Edep Yerini Teşhir (yani Exhibisyonizm)
“Bazı soyu bozuklar, kadınlara imzasız mektup yazarak kadiblerinin cesametini ve şeklini methettikten sonra, nasıl kadının tenasül uzvuna sokacağını kaba kaba tarif ve tasvirden zevk alırlar. Şaşılacak bir nokta bu kepazeliği yapanların çoğu aslen utangaç kimselerdir. Buna da ruhi kız bozma denir.”
Fetişizm
“Son zamanlarda diğer bir fetiş aldı yürüdü: Kimi erkek kır saçlı ve saçlı kadına, kimi kadın saçlı erkeğe bayılır.”
Mazlum Sevgi (yani Mazoşizm)
“Mazohistlerin çoğu kadındır. Zaten kadın ruhu mazohistliğe mütemayildir. Kadınlar kendilerine her ne derse yapan, isteklerine boyun eğen kılıbık erkeği sevmezler. İsterler ki başlarını koyacakları göğüs metin, sarsılmaz, hatta korkunç olsun. Akşamları etrafına korku ile saygı saçarak eve girecek koca ararlar. Çok defa karı koca arasındaki kavgaların sebebi kocanın münasebetsizliği değil, kadının ezilmek hırpalanmak, fena muamele görmek arzusudur. Erkeğini köpürmüş kudurmuş gördükçe şehvetleri artan kadınlar pek çoktur.”
Tersler (yani Eşcinsellik)
Mazhar Osman bu bölüme Tersler diye başlık atıyor ve sonra da homoseksüellerden söz ederken homoseksüel kelimesi yerine puşt kelimesini tercih ediyor!
“Puştluğun bir kısmı muvakkatdır (geçici). Mani kalkınca bu gayri tabii meyil de kalmaz. Kışlalarda, gemilerde, bilhassa mektepliler arasında kadından mahrum yaşamak, soyunurken vücutlarını görmek birbirlerine karşı şehvet hisleri uyandırır ve tavizi istimna makamında aletlerini uylukları veya ilyeleri (kıç) arasına, hatta şerç (anüs) içine sokarak münasebette bulundukları vaki olur. Vakıa bu da esasen mevcut marazi bir tohumun intaşından (filizlenme) başka bir şey değildir.”
“Puştlar daha çocukluğunda bu cihete meyil ve istidatlarını gösterirler… tarihteki örneklerini anan, onunla öğünen, hiç olmazsa teselli bulan puştlar vardır. Halbuki dahilerin çoğu tabii adamlardır, puştlukla münasebeti yoktur. Bir dahide böyle çirkin bir kusur görülmesi kemalinden ziyade bozukluğuna delalet eder.”
“Puştlar tabiilikten yüz çevirmiş adamlar olduğu için tereddinin(soysuzluk) sair nişaneleri: yalancılık, serserilik, sebatsızlık, korkaklık, hayasızlık gibi kusurlarla çok yüklü oluyor.”
Sevicilik (yani Lezbiyenlik)
“birbirlerini öpmekle, dillerini emmekle, memelerini koklamakla, bızırlarını birbirlerine sürtmekle tenasüli iştihalarını tatmin ederler. Bu işlerde sevici kadın, erkek rolünü yapar, üste çıkar, yahut büsbütün hırslanır, dilini sevdiğinin fercine sokar, ya zıbık denilen kadib şeklinde bir aleti sıcak su ile doldurduktan sonra bacakları arasında tespit eder ve genç kadının fercine sokar.”
“Kızların, kadınların pekçoğu ruhen sevicidir de dalâletinin (doğru yoldan sapma) farkına varmaz. Mektep arkadaşını çıldırasıya sever tersliği aklına gelmez. Çoğu ahlaktan temiz kalır da…”
Yaşlı Azgınlığı (?)
“Sönmekte olan ateşin son kıvılcımları ile adet kesimi zamanında, ihtiyarlıkta şehvetin marazi surette şiddetlenişidir.”
Kıyafet dalâletleri ( yani transvesti(ti)sm)
“Hele şimdiki gençler arasında bıyık ve sakalları tıraşlı, dudakları göz kapakları boyalı, saçları uzun ve pomatalı, tırnakları cilalı olanlar çok var, yine hanımlar arasında erkek gibi geyinen, sigara içen, spor kulüplerinden ayrılmayan pek çoktur. Bunlar hiçbir vakit ters değil transvestitittir. Belki bu da hünsâlığın (erdişi, hermafrodit) hafi (gizli) şeklidir.”
Okuduklarımız görece olarak eski metinler. Ya yeniler nasıl sanıyorsunuz? Psikiyatrinin uyguladığı DSM (Diagnostic and Statistical Manual) diye bir sistem var. DSM, Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından ortaya konan, hastalıkların sınıflandırılması, tanımlanmasına ilişkin kutsal kitap! Cinsel işlevle ilgili olarak da biz ne yazık ki Amerika’nın kendi iç kültürüyle yarattığı ve sonra da egemen kültür olarak bize de dayattığı bu sınıflandırmaya endeksliyiz. Oysa bu bize ne denli uyabilir, uyarlanabilir? Bizim cinsellik kültürümüz Amerika’ya uyabilir mi? Bu ölçütlerle bizim insanımız değerlendirilebilir mi? Peki DSM gibi günümüz egemen ideolojisinin yaratıp dayattığı bilimselliğe, tırnak içinde gerçekliğe yaslanan bir sanat, edebiyat ve kültür olabilir mi?
Bir başka sorun da kendi kültürümüzü bir Batılının gözüyle, gözünden, görmek istediği gibi tanımlama gayreti içinde bir edebiyat anlayışıdır. Bu toprakların tüm cinsellik macerasını harem içine hapseden bu tür yapıtlarla karşılaştığımda günümüz Türkiye’sinin insanlarını bile fesli gösteren bir Hollywood filminde hissediyorum kendimi. Eğer Nobel’e giden yolda böylesi bir kendinden uzaklaşma ve körlük varsa Nobel de DSM olmuş demektir. “Türk Edebiyatı ve düşünce dünyası cinselliği yeterince yaşamış ve kuşatmış mıdır? Bir yaygın ve örgün ama o arada da özgün cinsellik kültüründen söz etmek mümkün müdür?” sorularına bir kez daha, son kez dönersek “Böyle giderse biraz zor.” diye yanıtlayabiliriz. Ve daha ileri gidip Mazhar Osman’ın talihsizce ve anlamsızca kullandığı ‘puşt’ sözcüğünü bu kez yerli yerince kullanırız.
cem mumcu, Hayat Kırıklığı (2006) kitabından (yazının yayınlanış tarihi 2003)
Bir saat kadar once instagrama düşen bir fotoğraftan sonra iyiden iyiye düşünmeye başladım. Fazla bir şey söylemeden sizin de düşünmenizi istiyorum. Konuyu bilimsel bir zeminde de ortaya koyup ayrıntılandırmak niyetinde değilim. Ama bu konuya eğilmek hatta belki de bir araştırma yapmak sanırım çok önemli ve neredeyse şart görünüyor. Okuyanlara Histrionik Kişilik sorununu anlatmak yerine herkesin anlayacağı biçimde okunabilecek olduğunu düşündüğüm son derece basit bir tanımı wikipediadan kopyalayacağım:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Histrionik_ki%C5%9Filik_bozuklu%C4%9Fu
“Başkalarının ilgi ve muhabbetlerini çekebildikleri sürece canlı, neşeli, şevk dolu ve cilveli veya çapkındır. Kendileri grubun odağı olduğu sürece ilişkileri kuvvetlidir. Cinsel anlamda uygunsuz provakatif davranışlar sergileyebilir, duygularını etkileyici tarzda dışavururlar. Bunun yanısıra egosantrizm, kendine düşkünlük, sürekli takdir arzusu ve ihtiyaçlarına ulaşmak için sürekli psikolojik manipülasyonda bulunurlar.
Bu kişilik bozukluğuna sahip olan kişiler kendi kişisel durumlarını gerçekçi olarak değerlendiremezler ve karşılaştıkları güçlükleri abartma ve dramatize etme eğilimi sergilerler. Kolayca sıkıldıklarından çok sık iş değiştirebilirler ve hayalkırıklığı sorunu yaşarlar. Yenilik ve heyecan arzularından dolayı kendilerini tehlikeli durumlara sokarlar. Bu unsurlar onların daha büyük depresyona girmelerine sebep olabilir.
Şu belirtiler görülür:
Şimdi sizden sosyal medyanın yukarıdaki örüntüyle bağlantılarını kendinizin düşünmenizi isteyeceğim. Söyleyeceklerim şimdilik bu kadar sanırım.