KASIM 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

About 2 years ago

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Haz    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  
YAZILAR

Yaz geldi. Şimdi her yerde önerilerle karşılaşıyorsunuz. Size iyi gelecek öneriler. Kendinizi iyi hissedeceğiniz, mutlu olacağınız, eğleneceğiniz, dinleneceğiniz yerleri, şeyleri göreceksiniz gazetelerde, dergilerde, televizyon kanallarnda. imkânınız elverdiğince aralarından seçip yapacaksınız bazılarını. Bu yazın trendlerini de takip edeceksiniz. Yeni ayakkabılar, yeni elbiseler, yeni mayolar alacaksınız. Yaşamınızı daha iyi kılmaya çalışacaksınız. Sağlıklı tüm bireyler gibi bunları isteyeceksiniz. İstemelisiniz de. Arzularınızın ve dileklerinizin yerine gelmesini dileyeceğim sizler için. Diğerlerini asla küçümsemeden ben de size farklı önerilerde bulunsam. Kimisi belki çok sıradan olacak sizin için. Kimisi size belki fazla romantik, belki fazla sert, belki saçma, garip, anlamsız gelecek. Gelsin de istiyorum. Keşke becerebilsek de daha önce dokunmadığınız bir yerinize dokunabilsek.

Sağ elinizle sağ dirseğinize dokunmaya kalkın. Bunu asla yapamayacaksınız. Bu kadar birbirine yakın olmalarına rağmen onları kavuşturamadığınız üzerine düşünün.

Eğer sürekli bilgiye dayalı kitaplar okuyorsanız tam tersini yapın. Bir kurgu okuyun, bir roman veya hikâye kitabı mesela. Bir şey öğrenmeye çalışmamaya çalışın.

Haftada birkaç gün uğrayıp bir şeyler aldığınız büfedeki adamın adını bilip bilmediğinizi düşünün. Bilmiyorsanız öğrenin.

Taksiye veya otobüse bindiğinizde şoförün nasıl bir hayatı olduğunu, kaç çocuğunun olduğunu, neler yaşadığını ne gibi bir geçmişi, ne gibi acıları olduğunu düşünmeye çalışın. Onun da çocukluk fotoğraflarının olduğunu, annesi ve babası olduğunu veya olmadığını hayal etmeye çalışın.

Birine bir şey öğretin. Ve birinden bir şey öğrenin. Bunu isterseniz, mutlaka fırsatınız olacaktır.

Bulunduğunuz şehirde hiç gitmediğiniz bir semti ve neden hiç gitmediğinizi düşünün. O neden üzerine bir daha düşünün. Ve oraya gidin.

Bir kahveye gidin. Bir saat kadar durun. Başka bir şey yapmadan durun. Telefonla da konuşmayın. Öylece durun.

Önünden her gün geçtiğiniz ya da bulunduğunuz şehirde olduğu halde hiç gitmediğiniz önemli bir tarihi yapıyı ziyaret edin. Yurtdışına geziye çıktığınızda gittiğiniz şehrin önemli yerlerini görmek isterken neden kendi yaşadığınız yerde bunu yapmadığınızı düşünün.

Kısıtlı zamanların sizi nasıl harekete geçirdiğini, oysa kısıtlı olmadığını zannettiğiniz için ne çok şeyi ertelediğinizi düflünün.

Hayatınızın sonlu olduğunu düşünün. Sevgilinizin gözlerine bakıp onun hastalanabileceğini, ölebileceğini, onu bir gün göremeyeceğinizi hayal edin.

Bir gün değiştireceğim, bir gün bunun içinden çıkacağım dediğiniz şeylere bakın. Aslında çok vaktiniz olmadığını düşünün.

Gün içinde ezan sesi duyuyorsanız kulağınızı kabartın. Bazen bunlardan biri salâ sesi olabilir. Eğer cuma salâsı değilse birisi ölmüştür. O birisini düşünün. Eğer yetişebilirseniz tanımadığınız o kişinin cenazesine gidin. İnanan biriyseniz cenaze namazını kılın.

Uzak yakın bir tanıdığınızı kaybederseniz onun cenazesine gidin. Sonra mezarlığa kadar eşlik edin onun gidişine. Tabuta omuz verin, üzerine bir kürek toprak atın.

Mahallenizdeki esnafa selam verin.

Bir rüyanızı not edin. Kimseye anlatmayın. Üzerine düşünün.

Bir gün boyunca aklınızdan geçen önemli önemsiz birçok düşünce ve duyguyu en yakınınıza söylemeye çalışın. Söyleyemediklerinizin, eğip büktüklerinizin neler olduklarına bakıp üzerine düşünün.

“Aslında şu an ne hissediyorum?” diye sorun kendinize. Cevaplarınızın düşünce değil duygu olmasına dikkat edin.

İster şehir içinde ister şehir dışında yola koyulun. Nereye gittiğinizi bilmeden gidin. Beyniniz size sürekli soracaktır nereye gittiğinizi. Onunla biraz kavga edin.

Yakın bir dost grubuyla evde oturup her biriniz gözlerinizi bağlayın. Ve görmeden sohbet etmeyi deneyin.

Çocukken yapabildiğiniz ama fiziksel bir engeliniz olmadığı halde artık asla yapamam dediğiniz bir şeyi yapmayı deneyin.

Kullanmıyorsanız eğer bir toplu taşıma aracına binin.

Evinizdeki bazı eşyalara, objelere bakın. Size nasıl bir his verdiğini anlamaya çalışın.

Kendi portrenizi çizmeye çalışın.

Ölene kadar mutlaka yapmak istediğiniz şeyleri ve asla yapmayacağım dediğiniz şeyleri yazın. Asla yapmam dediğiniz ne kadar çok şey olduğunu görün.

Söyleyegeldiğiniz bir yalanı sonlandırın.

Bir arkadaşınıza, onun sevdiğiniz ve öfkelendiğiniz bir yönünü söyleyin. Öfkelenmeyin, öfkelendiğinizi ifade edin. Bir biçimde borçlu olduğunuz birini hatırlayın, onunla helalleşin. Birkaç arkadaş biraraya gelip sadece on beş dakika konuşmadan durmayı deneyin. Ve ne hissettiğinize bakın.

Çağın en garip hallerinden biri: duygusallığın ardına saklanan gerçek ‘duygu’lar. Bolca duygu dolu lafın, ‘şiirimsi’nin ortada gezindiği bir dönem yaşıyoruz. Slogan düzeyinde aşkla ilgili aforizmalar, yurt sevgisi ile ilgili abuklamalar. Rollo May çağın bireylerini güzel tanımlıyor: “Sorunları hakkında kıyamet gününe kadar konuşabilecek kişilerdir ve genellikle deneyimli aydınlardır; ancak gerçek duygularını yaşayamazlar.”

Etrafınıza bir bakın. Gerçek duygulardan -güya- duygusallıkla kaçanları ve duygularını duygusallıkla örtenleri göreceksiniz. Onları, bir kısım çok seviyor. Medyanın en çok kullandığı figürlerden başlayın. Ortalık ağlayan, bağıra bağıra şarkı söyleyen ve konuşan şarkıcı ve türkücülerle dolu. Hüzün pozlu romancılar, içi yanmış tiyatrocular, çenesi titrerken birden bire kreşendo tarzında isyankâr çığlıklar atan “şairimsi”ler… Ve aforizma yiyip aforizma boşaltan köşe yazarları. Bunun üstüne bir de bütün bu -mış gibi duygularla galeyana gelen, gelmiş gibi yapan, gelmekle nemâlanan, gelsin diye oraya toplanmış seyirci…

Bunların özünde şiddet olduğunu hiç düşündünüz mü? Ve bu şiddetin, bu yüksek sesin nasıl gerçeği örttüğünü, konuşulası bir şey bırakmadığını; bizi derinliksiz ve ilişkisiz bıraktığını hiç aklınıza getirdiniz mi? Bu “yüksek sesliler”in, sağduyulu, olgun ve düşünen çoğunluğun sesini nasıl bastırdığının farkında mısınız?

Meselelerimizin gündeme nasıl geldiğine bir bakın. Düşünce düzeyinde konuşabiliyor muyuz? Maalesef hayır. Bize, ya olay lazım ya da kişi. Düşünsel düzlemde tartışmaktan sıkılıyoruz. Derinleşmek istemiyoruz. Okuduklarımızı anlamıyoruz. İçinden slogan ayıklamaya, dedikodu çıkartmaya odaklıyız.

Şimdi “twitter”ımız var bir de. Yüz kırk karakterle sınırlı bombacıklar atmaya çalışıyoruz. Orada da yavaş yavaş şiddete meyletmeye başladık. Çok yakındır “Twit at, izi kalsın,” diye bir meselimiz olacak. Yine Rollo May’den alıntılayalım: “Kitle iletişiminin yabancılaşmış durumunda ortalama bir vatandaş, her akşam oturma odasına gülümseyerek gelen düzinelerce televizyon karakterini tanır; fakat o hiç tanınmaz”. İşte bu kimseyi etkileyemeyen, kimseye dokunamayan isimsiz ve yalnız birey, yabancılaşmasına, “Senin beni görmeni, benim de burada olduğumu bilmeni sağlayacağım,” biçiminde şiddetli bir ses tonu içeren bir çare arar. Bunun için suç bile işleyebilir. Artık nefret edilmek bile beğenilmek kadar değerlidir. Çünkü isimsizliğe, yalnızlığa ve ilişkisizliğe bir çare sunar. Öyle çocuklar bilirim: Annesi babası ona vursun diye yaramazlık ederler. Çünkü tokat yerken de olsa birisi ona dokunmaktadır.

Bilinen, tanınan yani ismi olanların bile bu ilişkisiz ve yalnızlık dolu kalabalıkta öne çıkmak, görünmek, bilinmek için şiddete, şiddetli kelimelere, sloganlara, bağırtılara hatta böğürtülere başvurduğu bir çağda yaşıyoruz. Kimsenin sıradanlığa tahammülü yok. Kimse sıradanlığın içindeki derinliği hatırlamıyor. Hep birlikte daha çok “ben de buradayım”, “lanet olasıcalar ben de varım” demeye çalışıyoruz. Varlığımızı ancak hoyratlıkla işaretleyebiliyoruz. Twitter iyi okunduğunda garip bir sosyal veri deposu gibi. Kendini gösterme gayretinin, düşüncenin veya duygunun önüne geçtiği zaman ortaya çıkan twitler var mesela. Aslında ne okuduğunu anlayan ne de yazdığına inanan; dahası yazdığının ardını arkasını doldurmayan 140 karakterlik bağırtı, çatırtı, gürültü, saldırı ifadeleri var. İyi bakıldığında derdin yazılanla, yazılanın içeriğiyle hiç mi hiç ilgisi olmadığını görebilir mahir bir akıl.

Yüce Kantaron sülalesinin en küçük ama en ümitle istenen, sırtına beklentinin, omuzlarına olması gerekenlerin ağırlıkları yüklenmiş olarak doğan çocuğunun öyküsüdür bu.

Ona Kantaronların sonuncusu gözüyle bakılabilir veya Kantaronların devamı ya da devam etme imkânı. Doğum tarihinin hesaplanması için toplanan konsültasyon grubunda sekiz doktordan başka iki matematik alimi, üç astrolog, bir kimyacı, iki simyacı ve beş buçuk ilâhiyatçı vardı. Hesapların doğruluğunu sınamak için bir üst konsey vardı ki, o da toplam üç kişiden oluşuyordu. Onların ilimleri konusunda kimsenin bilgisi yoktu. Yapılan tüm konuşmalar katipler tarafından kayda geçirildi. Katiplerin kayıtları inceden inceye, kıymık kıymık, soğan zarı gibi dıştan içe incelendi. Her şey onun doğumuyla yoluna girecekti, daha doğrusu -ya da söylenmeyen asıl cümle- “yoluna girmeliydi”. Başka çare yoktu.

Cinsel birleşmenin olacağı gece malikâne çok kalabalıktı. Nisaiyecilerden, asabiyecilere, din adamlarından, cerrahlara ev hınca hınç doluydu. Ritim saz ekibi koitusun yani cinsel birleşmenin ritmini bilim adamlarının tarif ettiği biçimde çalmaya başladığında sanki bütün o koca ev birleşen bir çift haline gelmişti. Ritmin aksaması son Kantaronun beklendiği gibi olmasını bozabilecek etkenlerden sadece biriydi. Ritim ekibi bir kös, üç davul, üç çevgan, yedi zil, sekiz zilli maşa, altı parmak zili, iki çalpara, iki nakkare, on iki kaşık, üç kudüm, beş daire, iki nevbe, üç bendir, altı def, yedi darbuka, dört kase, altı fincan ve birbirine vurulan, sürtülen ve de sallanan adını bilmediğimiz diğer on sekiz aletle toplam doksan sekiz kişiyi buluyordu. Doksan dokuzuncu kişi olan ritim ekibinin şefi yatak odasının içini izleyemeyeceğinden, aradaki bağlantıyı kurmak için üst kattan alt kata kulaktan kulağa bir zincir oluşturulmuştu. Tam elli sekiz insan ya da daha doğrusu yüz on altı kulak bu iş için merdivenleri de içeren uzun bir zincir olarak görev almıştı. Yüz on altı kulağın üst kattaki birinci halkası, aynı zamanda kapıda açılmış delikten bakan bir gözdü de ve bu tabii ki kayınvalide Kantarondu.

Ritmin durduğu anda içeride kalış süresinin tamı tamına 18,2 dakika olması planlanmıştı. Hesaplardan çıkan sonuç böyleydi çünkü. Sonra taze ve güzel gelin içeriye giren dört hizmetçi tarafından tarif edildiği üzere başı üstüne hiç incitilmeden çevrilecek ve beklenen bebeği oluşturacak tohumları içeren mayi, bir katresi bile ziyan olmadan, gitmesi gereken boşluğa dolacaktı. Hangi tohumun rakiplerini geçerek döllemesi gerektiği konusu çok önemliydi. Bununla ilgili olarak düşey atışla yapılan fizik deneyleri sonucu, nisaiyeciler ve genetikçilerin de onay vermesiyle kabul olunmuştu. En ağır, en büyük tohum yumurtaya önce girmeliydi. Onun aynı zamanda yerçekimine en yenik düşmüş olan tohum olacağını kimse düşünmedi tabi.

Tohumun tam da hesaplanan günde ve saatte delmesi, girmesi gereken yere girdiğine ikna olunduğunda, taze, beyaz tenli, son Kantaronu batnında taşıyıp besleyecek kadar tombul, kilo alıp sorun yaratmayacak denli zayıf olan, seçilmiş gelinin yeni görevleri başladı. Tohumun rahmine düştüğü o andan itibaren tüm saatleri, dakikaları hatta neredeyse saniyeleri önceden belirlenmiş bir dokuz ay on gün geçirecekti. Bu süre boyunca kaderi bile işleyemezdi, azrailin bile geliş yolları sımsıkı örülüp kapatılmıştı. Karar, istek, vazgeçiş, imkanlar arasından seçiş, arzu, reddediş hepsinin durduğu, durdurulduğu bir dönem başlamıştı. Beklenmedik olan, akışın getireceği rastlantısallık bile yoktu. Ölüme bile dönüşemezdi yaşamı, ona bile hürriyeti yoktu. Bedeninin her organı, o organdan sorumlu hekimlerce kontrol ediliyordu. Sağ böbreğinden sorumlu üç bevliyeci, sol böbreğinden sorumlu üç bevliyeci vardı dersek durum daha iyi özetlenebilir belki. Sadece bilim değildi, kaderin işlek yollarını ara sokaklarına kadar tıkayan. Yüksek ücretle çalışan her din ve inançtan mistikler de görev başındaydı. Tanrı’ya ve kadere karşı birleşmiş paralı din adamları ve kadınları da oradaydı. Allah, Tanrı, Buda hatta Güneş tanrısı ve hatta yeryüzünde epi topu altı kişi kalmış bir kabilenin taptığı saparna kökü bile iradeleri karşısında durulmuş tanrılar arasındaydı.

Her türlü ayrıntısı düşünülmüş bu dönemin tüm ayrıntılarını size anlatmayacağım. Zaten tümüne de tanıklık etmedim, edemedim. Çünkü kovuldum, sürüldüm. Öldürülebilirdim bile. Çünkü gelinin ölme isteğini fark etmiş ve ona yardım etmeye niyetlenmiştim. Onları ruhumun gazabıyla korkutarak kurtuldum. Ruhumun gazabı ise tamamen uydurduğum bir şeydi. Ama inandılar. Hayatın ve kaderin üstünde iktidar kurmaya çalışanların birinci zaafları budur çünkü. Korkak olurlar. İkinci ve büyük zaaflarını sonra açıklayacağım. Beni sürüp hadi git demediler tabii. Başka bir kıtaya kadar götürüldüm ve oraya bırakıldım. Ve bırakıldığım andan başlayarak da geri dönüş yoluna çıktım. Hesabı biliyordum, dokuz ay onuncu güne yetişmeliydim. Sadece bir saat geciktim.

Vardığımda fark edilmedim bile. Malikânede bir karnaval vardı. Çocuk doğmuştu ve de istenildiği gibi oğlandı. Salonda bedenlerinin üst kısmı çıplak bir sürü kadın vardı. Hepsi kocaman memeli bir sürü kadın. Yani bir sürü süt anne. Ben üst kata koştum. Ama yetişemedim. O gitmişti. Bebek doğmuş ve göbek kordonu kesilmişti. Kendini boğmak için o kordonu kullanmıştı. Görevini tamamladığı anda yalnız kalmış ve yapmıştı. Onu sırtıma alıp ben çıkardım malikâneden. Tek kişilik bir cenaze töreniydi.

Kantaronların devamının öyküsü Kantaronlar için trajiktir. Benim içinse eğlenceli. Çünkü o, Kantaronların devamı değil sonuncusu oldu. İktidarın ikinci zaafı, hiçbir zaman her şeyi kontrol edememesidir. Her zaman hesap edilmemiş veya kendi zaferini ilan edecek bir ayrıntı mutlaka çıkar. Küçük Kantaronun yaşamı annesininki gibi ve annesininki kadar kontrol altında geçti. En ince ayrıntısına kadar hesaplanmış bir bebeklik ve çocukluk dönemi geçirdi. Ama ilkin bahçıvanın kulübesinde yakalandı onunla birlikte. Bahçıvan öldürüldü. Cinsel tercihini değiştirmesi için tüm bilim adamları çalıştı. Dünyanın en güzel kadınları getirildi. Akla hayale gelmeyecek zorlamalara maruz kaldı. Sonunda cinsel organını kesti. Kayınvalide Kantaron intihar etti. Kalabalık bir cenaze töreniyle gömüldüğü anda, biz yakışıklı delikanlıyla kestiği penisini, annesinin yanına defnediyorduk. Ve ne gariptir, ikimiz de gülümsüyorduk. İktidar hiçbir zaman bu kadar somut olarak öldürülüp gömülmemiştir herhalde.

cem mumcu, sahici aşklar külliyatı, kitabından

Onun böcek merakı ilkokulda başladı. Teneffüslerde herkes top oynarken o böceklerle oynuyordu, derslere de cebinde böceklerle girip tüm saat boyunca onlarla ilgileniyordu. Öğretmenin onu bu nedenle kaç kez dövdüğünü hatırlayamıyorum. Üçüncü sınıftan itibaren böcek merakı başka bir şekil almıştı. Herkes dışarıda olduğunda o sınıfta kalıyor ve sıraların altında adeta bir böcek gibi sürünüyordu. Şimdi bakıyorum da aslında buna sürünmek denemez basbayağı süzülüyordu. Süzülme yeteneği arttıkça konuşması azalıyordu desem yalan olmaz. Yani gitgide konuşmaz olmuştu, böcek gibi bakıyor, hatta böcek gibi sesler çıkarıyordu. Yıl sonu geldiğinde de biz karıncalar sınıfı geçiyorduk, o ise ağustos böceği misali zayıfla dolu bir karne alıyordu. Bütün bunlara rağmen şaşırtıcı olan içten içe hepimizin onu belki biraz da kıskanmamızdı, çünkü hiç de mutsuz görünmüyordu. Mesela onca dayağa rağmen hiç ağladığını görmedik, yalnız olmasına karşın canı sıkılıyor gibi de görünmezdi bize.

Üçüncü sınıfın sonunda sanıyorum okuldan alındı ya da atıldı. Ve ona bir daha rastlamam beş yıl kadar sonra oldu. Yeni bir mahalleye taşınmıştık ve oradaki çocuklarla yeni yeni arkadaş olmuştum. Pazar günü maç yapar mısın teklifine balıklama atlamıştım. O gün orada, yani maç yaptığımız arsada birden “kınkanatlı geliyor” diye bir bağırtı duyduğumda aklıma gelen ilk şey, size garip gelebilir ama, oydu. Dönüp baktığımda ellerini ve ayaklarını garip ve de inanılmaz bir şekilde kullanan bu garip canlıyı gördüm. Dört ayak üzerinde diyebileceğim bir pozisyonda, emin olun en az ayakta yürüyen bir insan kadar düzgün ve hızlı hareket ediyordu.

Aradan yine yıllar geçti. Artık bedeni bu biçime o denli uyum sağlamıştı ki ona bakınca beklenmedik yerlerinde şaşırtıcı kemik çıkıntıları ve hatta eklemler görebilirdiniz. Durumu nedeniyle hiç doktora götürüldü mü diye merak ettiğimi ve bunu bizim mahallenin buluşma mekanının da sahibi olan bakkal İzzet’e sorduğumu hatırlıyorum. Cevabı hayırdı, ailesi sanki bir böcek doğurmak dünyanın en doğal şeyi gibi davranmıştı adeta. Sekiz kardeşin biri kınkanatlıydı o kadar.

Onun tamirhanede çalışması çok uygundu. Kamyonların altına girerken o denli doğal görünüyordu ki. Sessizce ve de oldukça zekice işini yapıyordu.

O akşam işten çıktığında niye eve gitmemişti? Tamirhanenin kapıları kapalıydı. Dönüp kapıdaki Fargo kamyonun altına girip orada uyuduğunu tahmin ediyoruz. Söylenenlere göre kamyon hareket edip üstünden geçtiğinde sesi bile çıkmamış.

Bir böcek ölüsü gibi temizlendi asfaltın üzerinden, cenazesinde on-on beş kişi vardı ve ben ağustos böceği gibi ötmeye çalışıyordum.

 

cem mumcu, üçüncü sayfa güzeli kitabından