Özellikle reklamcıların sık kullandıkları bir söz vardır: Perception is reality… Israrla bunu İngilizce söylerler. Haklıdırlar öyle yapmakta. Çünkü kavramın doğduğu yer ‘orası’dır. Daha geniş açılımıyla şu söylenir hatta zaman zaman: Perception is everything, reality is nothing. Önce ‘algılananın gerçek’ olduğunu söyleyen ve masum gibi görünen bu aforizma, bir sonraki adımda ‘algının, algılananın her şey, gerçeğinse hiçbir şey’ olduğunu söyleyen o dehşetli cümleye dönüşür. Ortalama insan beyninin sınırlarına/sınırlılığına sırtını dayayan bu kavram, pazarlamanın/pazarlamacıların neredeyse temel kavramlarından biridir. Ürünün ne olduğu değil müşterinin ürünü nasıl algıladığı esastır. Müşterinin ürünü nasıl algıladığı ise ürünün nasıl sunulduğu ile ilgilidir. Aynı tarlada, aynı gübreyle, aynı çiftçinin ürettiği on ton çayın iki tonunu çok yüksek kaliteli ve pahalı; geri kalan sekiz tonunu ise daha düşük kaliteli ama daha ucuz diye paketleyip satmak olası yani. Dahası algıyı yeterince iyi yönetebilirseniz sıradan bir otu ‘bilmem ne çayı’ diye de satabilirsiniz. Hele hele önce detoks gibi bir kavramı yaratıp bu salak otu da detoks çayı diye konumlandırırsanız kim tutar sizi.
Ama benim bu yazıda size anlatmak istediğim şey sadece sizin satın aldığınız ürünlerle ilişkiniz değil. Daha da büyük dertlerim var. Benim ısrarla ‘sahici’ kelimesiyle ifade ettiğim gerçeklikle (gerçekle/gerçek olanla), algılanan arasındaki derin açıklık gittikçe büyüyor, gittikçe genişliyor. İnsanoğlunun içinde debelendiği büyük kuyu bu işte… Kendimizi, hayatı, ölümü, aşkı, cinselliği, dostluğu, düşmanlığı, düşünce ve duygularımızı bir türlü anlamlandıramayışımızın en temel nedeni bu işte. Tutunduğumuz dalların hiçbiri gerçek değil çünkü. Bildiğimiz, bildiğimizi sandığımız, inandığımız birçok şey aslında öyle değil çünkü. Kimin mağdur kimin suçlu olduğuyla ilgili düşüncemiz de, kimin güzel kimin çirkin olduğuyla ilgili yargılarımız da bizim kendi idrakimizle ulaştığımız sonuçlar değil çünkü. ‘Bilmemne ülkesi’nde kimyasal silah olduğuna dair inancımız bizim algımızı yöneten daha güçlü bir ülkenin medyasıyla beynimize kazınıyor. Birilerinin terörist, birilerinin gerici, birilerinin ilerici, birilerinin bölücü olduğuna dair yargılarımız da bizim kendi deneyimlerimiz ve anlayışımızla şekillenmiyor. Sıradan bir Amerikalı için bizler de dahil bütün bu bölge insanlarının terörist olduğu neredeyse kesin artık. Bazılarımız içinse bütün Arap’ların pis, bütün başörtülülerin mürteci, bütün Kürt asıllı olanlarımızın bölücü, Hıristiyan olanlarımızın misyoner olduğu bir gerçek!?
Algıyı yönetenler gerçek olan aksi bile olsa bize ‘şey’leri onların istedikleri biçimiyle gösterebiliyorlar. Sahip olduğumuz düşünceler, inançlar, yargılar gerçekten bizim mi? Tuttuğumuz takım gerçekten sandığımız kadar sportmence mi mücadele ediyor? Reklam panolarında gördüğümüz kadın gerçekten o kadar güzel mi? Televizyondaki şarkıcı gerçekten o denli seksi mi? Ahlakın savunucusu rolünde izlediğimiz TV programcısı sahiden etik mi? Aydın, entelektüel ve demokrat sandığınız o yazar gerçekten de sandığınız kadar donanımlı ve eşitliğe saygılı mı? Batı o kadar gelişmiş, doğu ise geri mi? Bilim adı altında bize sunulan gerçekler (!) doğru ve müspet olanı ifade ediyor mu? O ışıltılı lokantanın mutfağında çalışan aşçının midesinin orada yemek yemeyi asla kaldırmadığını, siz orada cüzdanlarınızı boşaltıp dans ederken mutfağın tahmininiz ötesinde pis olduğunu bilmeniz çok zor tabii. Gıda üretimi yapılan pis ve sağlıksız mekânları deşifre eden televizyon programında bu denli ‘in’ bir mekânın mutfağını göremezsiniz çünkü. PR ajansı olmayan, PR’ın ne olduğunu bile bilmeyen, yani kendisiyle ilgili algıyı yönetmeyen zavallı bir pastacının mutfağındaki bir tek sivrisinek bile ekranınızı kaplayacak bir büyüklükte gözünüze sokulabilir oysa.
İnsanoğlu artık bunlardan şüphelenme derdinden de uzaklaşmıştır bugün. Sıradan insan da sahte bir “gerçek”le bu sistemin içinde varolabileceğini düşünmeye başlamış, ideallerini bunun üzerinden şekillendirmeye başlamıştır. Kimse gerçekten ‘bir şey’ olmak istemiyor artık. O şeymiş gibi olmayı başarmak yeterli görünüyor artık.
Kaliteli diye satın aldığımız ürün elimizde paralandığında, zayıflayacağımıza yüzde yüz inanarak aldığımız zayıflama hapıyla aynı kiloda kaldığımızda, hayatın ‘sır’rını çözeceğimiz vaadiyle satın alıp okuduğumuz kitapta hiçbir halt bulamayınca canımız o kadar yanmıyor aslında. Ama ilişkilerimize, aşklarımıza, duygularımıza yaptığımız yatırımların gerçekte bir ‘hiç’ olduğunu gördüğümüzde canımız çok yanıyor. Seçimlerimizin, seçtiklerimizin yüzündeki makyaj silindiğinde alttan çıkan asıl “gerçek” fena hırpalıyor bizi. Yine de seçimlerimizi ısrarla vitrinden yapmaya devam ediyoruz. Vitrininin ışıltısı gözlerimizi kamaştırıyor. Vitrinde olan her şeyi değerli sanıyoruz. Hepimiz vitrine çıkmak istiyoruz. Hayat bir vitrine dönüşüyor. Vitrinin dışındakiler de camın öte yanına geçmek istiyorlar. Çok ama çok küçük bir azınlık vitrinin önünde içerideki milyonlarca maymunu hüzünle hatta büyük bir acıyla izlerken, camın içinde kalan çoğunluk onların ne kadar bakımsız, yüzlerinin ne kadar kırışık, pantolonlarının ne de acayip olduklarını söylüyorlar birbirlerine…
cem mumcu
On üçüncü kattan atlamış, zaten görenler uçak gibiydi diyorlar. Ellerini iki yana açmış, kanatlı gibiymiş. Düştüğünde parçalanmış bedeninin orta yerinde, giydiği tulumun cebinden bu kara kutu çıkmış.
Kara kutuya “düşüş nedeni” diye şu notu yazmış:
“Pervaneme kuş girdi çıkaramadım.”
cem mumcu, üçüncü sayfa güzeli kitabından
küçük adam dağa kaçtı
ki ellerim aynı onunkilere benzerdi
Babam’a
Sanki çok, çok uzun zaman önceydi. Sonraya dair izler yok değildi. Cenazeyi önümüzden taşırlarken leblebi tozu yiyordum, ağzım gibi küçük bir kaşıkla. Az daha boğuluyordum, boğulup ölüyordum. Leblebi tozu kadar yakındı ölüm demek ki. İlk o zaman hissetmiştim…
Bir erkekte olabilecek en narin eller ondaydı. Sırtıma hafifçe vurup kurtarmıştı boğulmaktan. O sırada cenaze de önümüzden geçip gitmişti. İlk o zaman hissetmiştim, O’nun ölümü benden uzak tuttuğunu, O varken bana hiçbir şey olmayacağını. O’nun öleceği ise hiç aklıma gelmemişti. İnsanın babası ölür müydü? Belki, ama benimki değil.
O’nu yolcu ederken leblebi tozu yemediğim halde, boğazımda aynı boğulma hissi vardı. İşte o zaman artık sırtıma vuracak bir elin kalmadığını düşündüm. Tabutunun altına doğru verdim sırtımı. Aynı narin dokunuşla nefes aldım yine. Bu, O’nun bana son dokunuşuydu.
Babası yoksa leblebi tozu yememeli insan…
cem mumcu, Muallakta, Araf’ta ve Düşlerde kitabından
Düşlerimi ıslatan kadın… Hayata dair ne varsa sendeydi. En istekli parmağımı koparmaya çalışmasaydın bu denli çelişmezdi belki ruhlarımız. Bedenlerimiz bu denli harman olmuşken ve de ellerimiz çok acıkmışken birbirlerine… Sen de mi sağ elini kullanırdın ben yokken? Oysa ilk sol elini tutmuştum, çünkü sağımdaydın. Ben çok kanamıştım. Kimse görmesin diye saklanıyordum. Gecenin son saatlerinde dökülmüştüm yola. Sinemaya sırf karanlık diye girmiştim. Salon bomboştu, en arkaya oturmuştum. Çok acıyordum, kendimden bile kaçıyordum. Sen gelip yanıma oturdun. Niye yaptığını biliyor muydun? Kaçışıma mı katılacaktın yoksa peşimden mi kovalamaktı niyetin? Sonra elimi tuttun? Benimle gelmek için mi, gitme demek için mi? Belki üç gündür uyuyamamıştım, daha da uyuyamayacaktım. Oysa elin elimi tuttuktan belki beş dakika sonra çocukluğuma kaçtım. Düşümde seni gördüm. Her zamanki gibi seni gördüm ya da hep düşüme giren sendin. Sinemadan birlikte çıktık. Bizi gören hep “biz”dik sanırdı. Oysa daha konuşmamıştık bile. Ama biz de bizi biz yapan şeyi hissetmiştik. O şeydi beni alıp götürmenin nedeni. O şeydi üstümüzü bile çıkarmadan birlikte uyumamızın nedeni. Sabah olduğunda hâlâ konuşmamıştık. Belki ağzımızdan çıkacak tek bir sözcükten bile korkuyorduk. Senin O olmaman ihtimaliydi beni korkutan. Sanırım sen de aynı şeyden korkuyordun. Hep o evde yaşıyormuşçasına birlikte hazırladık kahvaltıyı. Sanki her şeyin yerini biliyordum. Hayatımda ilk kez alıştığım bir şeyleri yaşamanın huzurunu hissediyordum. Oysa daha yepyeniydim çok eski olmama rağmen ya da çok eskiydim yepyeni olmama rağmen.
Herkesin sıkıldığı alışkanlıkların benim için huzurdu karşılığı. Hiç alışacak denli olmamıştı ki bir şeyim. Kimse bilmiyor ki aslında mutsuzluk sıradan olan. Ve mutluluk o kadar sıra dışı, o kadar az bir şey ki. O yüzden, kaçmasın diye elimden sımsıkı tuttum seni. Belki hatam buydu. Sense tutulmak değil kendini bırakmak istiyordun. Bıraktın da. Ama ben ısrarla tutmaya devam ettim. Sen bunaldıkça ben daha sıkı tuttum korkan bir bebeğin elleriyle.
Ve senin kaçışın bir süre daha kovalamama neden oldu seni veya sen zannettiğim şeyi. Sonra bir gün tersine döndü her şey. Ya da ben döndüm. Ve bir kaplumbağanın kabuğu üstüne tersine dönüşüne benzemiyordu benim dö- nüşüm. Belki ayaklarımın üstünde durmaya başlamıştım. Bir yararı yoktu oysa bunun kimseye. Ben debelenmek istemiştim senin gövdende. Olmadı, dikleştim. Senin ağzımdan kaçırdığın memen -anneminki kadar mağrurlaşan memen- sonunda çirkinleşti benim gözümde. Verdiğim tüm güzelliği geri aldım ondan. Ve önce istemez oldum. Kaçmadım, sadece durdum olduğum yerde. Ve sen alışmışlığıyla hep istenmenin, şaşkınlığa düştün önce. Sonra istememi istedin, eskiden istemediğin istememi istedin. Oysa pörsümüştün gözümde. Artık istemiyordum, istemeyi istesem de isteyemiyordum. Ve sen döndün tersine iyi- den iyiye. Benim cüce aynam sana geçmişti. İstenmediğini düşündükçe, belki benden de çok çılgına döndün. Beğendiğim ya da beğenme olasılığım olan tüm kadınlara aynı anda benzemeye çalışıyordun. Oysa tehlikeli viraja çoktan girmiştin ve geriye dönüşü yoktu. Senin kıymet bilmezliğin bana geçmişti bir kere. Yine de karşılık görmediğim acılı günlerimi özlüyordum ve seni kıskanıyor- dum. Aşk el değiştirmişti. Acılı da olsa sendeydi; bir amacın vardı. Değiştirmek istediğin, kaybetmekten korktuğun bir şey vardı. Birlikte tutmayı başaramamıştık aşkı. Ellerimizin içinde tutup büyütememiştik. Bunalma sırası bendeydi; beni boğuyordun. Senin çaresizliğin belki benimkinden daha paralayıcıydı.
Artık gitmek istediğimi söylediğim o gece… Sen çılgınlığa, ben uykuya dalmıştık. Ara sıra uyanıyor ve hiç durmadan konuştuğunu, bağırdığını, ağladığını görüyordum. içim parçalanıyordu. Ama geçmişti bir kere, üstelik sendin geçiren. Bir taşın tepeden yuvarlanışı kadar hızla inmişti sana olan ilgim ve aşkım. O taşı sen yuvarlamıştın. Ve aynı taşı şimdi sen çıkardın kendi tepene. Düşmesinden korkuyor muydum? Bilmiyorum, tahterevalli gibi, bu kez yeniden ben iner miydim aşağıya? Sanmam. İçimden sadece kaçmak geliyordu. Açlığının ne denli büyük olduğunu o gece anladım. Dişlerini bu denli keskin hale getiren açlığını o gece gördüm. Koparmaya çalıştığın, bir zamanlar tümüyle senin olan şey miydi? Yoksa beni azaltıp taşını yuvarlamak, aynanı kırmak mı istemiştin? Keşke kanımda sana ait bir şeylerin tadını bulabilseydin. Yoktu. Temizlenmiştim senden…
cem mumcu, Hassas Ruhlar Terazisi kitabından