çağın hastalıklı “cool”luk modasının aptal aparatlarından biri için terim denemesi: Hiyerarşik komiklik. Bir şeye yukarıdan bakarak komiklik üretmek ya da o şeyin üzerinde olmanın ifadesi ile edinilen narsisistik beslenme aygıtı. Birey “cool”luğa dayalı varoluşunu ayakta tutmak için sürekli aşağılarda malzeme arar. Olumlayacağı şeylerden beslenemez. Aklı fikri dalga geçecek alt(?) malzeme bulmaktadır artık. Üst ve altı “üst” ve “alt” diye tarif eden aslında yine kendisidir. Bu tür komikliğe yazılı olarak “ahahahaha” biçiminde karşılık veren de benzer beslenme gösterenlerdir.
İnsan bir yere gidince oraya gitmekle kalmıyor kendisine de gidiyor. Gidilen yerde gördüklerine şaşırıyorsun ama iyi bakarsan, aslında en çok kendinde buldukların(d)a şaşırabiliyorsun. Mümkünse alıştığın konforunu darmadağın edecek gitmelere bırakmak lazım kendini. Ne kadar çok uzağına düşersen kendinin, o kadar çok ‘uzağında kalan kendine’ bakma fırsatın oluyor. Derin aşklarda da böyle olur insan. Sarsılır. Bir başkasına gitmeye kalkışmak bir yanıyla da aşk çünkü. Orada da fena halde kendinle karşılaşıyorsun.
Size acayip gelecek bir gitme tarzım vardı. Bir kaç yıldır yapmadım, yapamadım. Bir ara size de anlatacağım. Gördüğüm yerler, karşılaştığım insanlar kadar, belki ondan da çok kendimi; daha doğrusu –bilmediğim- kendime doğru gidişimi yazacağım. İnsan her sabah baktığı aynadan başka aynalarla –kandıramadığı aynalarla- karşılaşıyor çünkü. Biraz orası burası kanıyor. Rahatı kaçıyor. Gözü yerse çok da iyi oluyor.
Bazen bana “terapist nedir, nasıl bir şeydir?” diye sorarlar. Sanırım birçok şekilde tanımlayabilirim veya sıfatlayabilirim. Yazmaya kalksam ciltler dolusu şey çıkar. Sadece yumuşak, sarıp sarmalıyıcı, onay ve akıl verici bir komşu teyze sanır çoğu insan terapisti. Zannedilir ki orada terapist dert dinler, akıl verir. Oysa ben tanımlamaya kalksam en başa ne koyardım biliyor musunuz? Oyunbozan derdim. Terapötik ilişkide de fena halde kendine gider insan. Aynasında eli kesilir.
Bu hafta sonu çok yakın bir yere gittim. Burnumun dibinde olmasına rağmen hiç gitmemiştim daha önce Sedef Adası’na. Oradan yazıyorum size bu satırları. Ne oldu da bunlar aklıma geldi? Balkonda oturdum. Meraklı çocuklar gibi sorular soruyordum Serim’le Şebnem’e. İndiğimizde bizi bir kamyonetle aldılar. Şoförü Murat. Film kahramanı gibi. Kaç araç var adada? Diye sordum. Tekmiş. İşte bu o kamyonet. Ve aynı zamanda adanın ambulansı da o. Olasılıkla cenaze arabası da. Düğün falan olduğunda da belki de gelin arabası. En son bildiğim bu yazıyı da taşıdığı. Sonra, “Asayiş nasıl? Kaç polis var?” dedim. Bir taneymiş. Ve de 45 kiloymuş. Kendi yetiştirdiği bir çiçek varmış. Saksıdaymış. Tanımadım ama tanısam kesin severdim. Devlet neden onu seçmiş merak ettim. Sorardım. Polis olmak istemezdim ama olsaydım o olmak isterdim sanırım. Kilo sınırı varsa dişimi sıkar 45 kiloya inerdim.
(Bu anlattıklarımı bakınca, sorunca, elleyince, dokununca görebiliyor insan. Yoksa sıradan bir kamyonet sanıp sadece yolun bitmesini de bekleyebilirsiniz.)
Balkonda kalmıştık. Çok sessiz. Neredeyse hiç ses yok. Karşıdan İstanbul görünüyor. Leylekler geçiyor tepemizden. Sonra pek bilmediğim bir sese takıldım. Serim, “İşte bu var ses,” dedi. İnsan içindeyken çok duyduğu için hiç duymuyor: Şehrin sesi! Ayrı ayrı sesler olarak bildiğim korna, araba, insan, çocuk, adam, kadın, köpek, ambulans, kavga gürültü… Sayısız ses… Ama hepsi bir araya gelip uzaktan dinlendiğinde tek başına başka bir ses. Ayrıntılar birleşip bir bütün oluşturmuş. Sanki biraz inliyor, biraz ah ediyor, biraz da of diyor gibi. Ama biraz da bir makine sesi gibi. İstanbul’un sesi… Olasılıkla elli yıl önce böyle değildi bu ses ve elli sonra da böyle olmayacak. Bu sesin yavaş yavaş bir değişime, dönüşüme uğradığı ve uğrayacağı besbelli. Hepimizin değiştiği, hepimizin sesinin değiştiği gibi… Eklediklerimizle çıkardıklarımızla bizden kopanlarla. Ama daha hızlı birden bire attığımız çığlıklar, ağlamalar var bir de. Şehrin sesi nasıl oluyor acaba? Depremle sallanırken Sedef Adası’ndan nasıl duyuldu İstanbul’un cığlığı?
Böyle işte. Yakın da olsa bu hafta sonu bir yere gittim. Kendime de gittim. Siz de bu yazıyla bir yere, bir yerlerinize gidin. Hepimizi Murat’ın kamyoneti taşısın…
cem mumcu, 2010
Telefonla Söğüşleme
Sabah sabah ev telefonum çaldı. Ne kullanırım ev telefonunu ne de çaldığı olur. Ben bile bilmiyorum numarasını. Ama onlar nereden nasıl buldularsa bulmuşlar numaramı. Bir bankadan arıyorlar. Şimdilik ismini vermiyorum, bir daha ararlarsa onu da yapacağım. Gayet yapışkan bir ses. Özel eğitimden geçiyorlar sanırım. Saygılı kelimelerle saygısızlık yapmayı çok iyi beceriyorlar. Eğer içinizde sıradan insana ait sağlıklı bir edep duygusu varsa öyle kolay kolay kapatamazsınız bu tür telefonları. Sanıyorum ‘telefonla pazarlama’ deniyor bu yönteme. Ve yine sanıyorum birçok teknikleri var ve bu “yapışkanlık” da onların başında geliyor. Her neyse asıl konu belki de bu değil ama bu da fena halde bir konu. Sabah sabah durduramadığım biçimde konuşan ses bana ne diyordu dersiniz? Öncelikli olarak benim özel bir müşteri olduğumu ve bu fırsatın bana sunulduğunu tabii ki. Bu en sık oynanan oyun. Kendinizi özel hissetmenizi istiyorlar ki o salaklık içinde sattıkları ‘şey’i satın alasınız. Pazarlama, insanın zaaflarını araştırıyor uzun zamandır ve onu kullanıyor. Pis bir oyun. Boşluğunuza çalışıyorlar; boşluğunuzu doldurmayı vadederken bile bunu yapıyorlar. Tüketici içgörüsü dedikleri şeyin psikoterapideki ile ilgisi yok. ‘Kendi içinizi görmeniz değil’ buradaki; ‘sizin içinizi onların görmesi’. Sizin içinizdeki ne ile ilgileniyorlar? Satın almanızı sağlayacak gereksinimlerinizden tutun zaafiyetlerinize kadar her şeyinizle. Sizin saklamak istediğiniz sırrınız olduğunu bilsinler onu bile şantaj gibi kullanabilirler. (Böyle satılan ne tür ürün var acaba?) Mesela ben bir keresinde hangi zaafımla düştüm ağlarına biliyor musunuz? Durun onu da anlatayım. Bir otelin satışcısı beni sürekli taciz ediyordu. Ve fakat mümkün değil durdurmam. “Lütfen, meşgulüm, beni bir da- ha aramayın,” diyorum. Karşıdaki ses pişkin pişkin, “Zaten çok meşgul biri olduğunuz için size bunu öneriyoruz,” diyor. Yaklaşık onuncu aranmam falandı sanırım. Dedim ki, “Hanımefendi size bir şey söyleyeceğim ama ne olur beni dinleyin. Şimdi ben, edepsizden edebini paramla satın alacağım. ” Ne dedi biliyor musunuz? “Teşekkür ederim Cem Bey,” dedi. Vallahi bunu söyledi ve kredi kartı numaramı verdim. Onlar sizin tacize dayanıklılığınızı, korkularınızı, hatta edebinizi bile kullanmayı biliyorlar.
O sabahki telefonda bana önerilen özel ürün neydi biliyor musunuz? Sabahın köründe yeni uyanmış bünyeme ne satmak istiyordu söz konusu banka dersiniz? Kanser Paketi. Yanlış duymadınız kanser paketi. Kanser olursam hemen hesabıma 150 bin Dolar yatacakmış vs vs. Delirmiş olmalılar. İnsanın olmayacağı varsa da bunlar yüzünden kanser olur. Düşünsenize sabah sabah aradıkları kişinin sağlığı konusunda zaten endişeli düşünceler besleyen bir yapısı olduğunu. Hatta bu telefon yüzünden rahatsızlandığını, endişelendiğini hatta intihara falan kalkıştığını.
Korku Pazarı
Dikkat edin, artık korkularınızı da ranta çevirmek telaşı içindeler. Buna Fear Marketing yani korku pazarlama deniyor. Pazarlama bitanedir diye bir blogda aynen şöyle yazıyor bu konuda: “Korkuyu bir pazarlama aracı olarak kullanmak için, hedef müşterilerin o dönemde hissettikleri korkuyu teşhis edebilmek ve firmanın sunularıyla bu korkuyu gidermek arasında bir bağlantı kurabilmek gerekiyor.” Valla insanın kanını donduruyor. Çok acayip şeyler oluyor. Fakat o kadar çok oluyor ki artık dışına çıkıp onların acayip olduklarını bile göremiyoruz.
Bu kadar çok sağlık sorunu neden sürekli konuşuluyor? İnsanlar yeni mi ölümlü oldular. Eskiden ölünmüyor muydu? Gün geçmiyor bir takım doktorlar halkı bilinçlendirmek için vakıf kuruyorlar. Vakıfların arkasındaki sponsorlara iyi bakılmalı, ama onlar görünmeden bunu yapmanın yolunu bulmuşlar. Reklam- lara bakın, neden bu kadar çok beyaz gömlekli görüyorsunuz hiç düşündünüz mü? Banyonuzdan sizi yiyecek bakteriler çıkmaya başlamadı mı? Halılarınızdaki “mayt’ların gözlerini gördünüz mü? (valla öğretiyorlar insana, mayt diye bir şey var artık hayatımızda). Domuz Gribi, küresel ısınma, kaza, güvenlik sorunları, hastalık, yaşlanma, ölüm, çocuklarınızın gelişmemesi gibi her türlü korkunuz için neler satın aldığınıza bakıyor musunuz? Dişleriniz sadece mikrop yuvası değil, aynı zamanda yeterince parlamazsa partner bulamazsınız. Kilo alırsanız vay halinize. Farkında mısınız, artık ne kadar çok hastalık ismi biliyorsunuz?
Tehlikenin Çarkında mısınız?
Satın aldığınız sadece ürünler değil. Seçimleriniz de korkuyla yönlendiriliyor. Komünizm geliyor, irtica geliyor, din elden gidiyor, şeriat geliyor, vatan bölünüyor, dış düşmanlar pusuda… Gerçekliği olmayan ya da olsa bile abartılan bütün korkularla kararlarınız ve eylemlerinize hükmediliyor. Varlıklarını bizim korkularımız üzerine inşa eden markalar, ürünler, partiler, kurumlar, gazeteler, düşünce sistemleri, meslekler var. Asıl tedirgin olmamız gerekenin bizi korkutanlar olduğunu düşündünüz mü?
Korku, normal insanın sağlıklı duygularından biri elbette. Hüzün gibi, öfke gibi, neşe gibi. Ama işte hepsi gibi hayatınıza ne kadar hâkim olduğu önemli. Sürekli otantik bir nedeni olmayan hüzün ne kadar sorunlu ise; devamlı sırıtmak, gülmek ne kadar acayip ise; bütün meseleleri öfke ile çözmeye çalışmak ne denli saçma ise korkunun da hayatımıza egemen olması o denli patolojik. Dikkat etmemiz lazım. Önceliği pazarlama olanların meselelerinin bizi düşünmek olmasını beklemek safdillik olur. Onlar ‘iş’lerini yapacak. Ve onların işleri, olmayan korkular yaratmak, olanları abartmak, hatta bizi önce delirtip sonra tedavi- sini pazarlamak olabilir. Ancak biz oyuna gelmezsek onlar da işlerini hakikate uygun bir hale getirebilirler. Onun için neyi niçin aldığımıza, neyi niçin seçtiğimize, neyi niçin istediğimize bakalım. Bakalım ki ‘içgörü’müz gelişsin.
Herkes kendi meşrebince sever bir diğerini. İnsanoğlu varolduğu günden beri öyle çok aşk yaşadı ki, sadece ben oturup yazmaya kalksam bildiklerimi, bitiremem bir ömür boyu. Ama yine de kaç çeşit sevebiliriz birbirimizi? Şeyleri anlamak için zaman zaman sınıflandırırız çünkü. Batı düşüncesi -doğuya göre- daha çok sever sınıflamayı, bölmeyi; o yüzden daha iyi anlar insan. Bu anlama zihinsel bir anlamadır gerçi. Yine de daha çok güven verir. Doğu, meseleyi zihnin ötesine de taşıdığı için daha zorludur. Çoğu nüfuz edemez. Oysa doğuda “iç” ve “dış” bile kesin çizgilerle ayrılmaz. (Doctor Maximus’u okuyup anlamaya çalışanlar bilirler.)
Batı düşüncesinde aşkın temel anlamda dört çeşidi var. Basitçe anlatmak gerekirse ilki libido. Bu bildiğiniz seks ya da şehvet. Sonra eros geliyor. Bu yaratmaya ve üretmeye dönük ve daha yüksek ve derin biçimi aşkın. Sonra philia geliyor: Daha dostluğa, kardeşliğe yakın bir sevme biçimi. Ve agape: adanmış, karşılıksız, menfaatsiz sevgi.
İdeal olan, gerçek bir ilişki ve aşk deneyiminde bunların hepsinin olması. Libidonun tümüyle bastırılması veya agapenin hiç olmaması gibi durumların nelere yol açtığını aslında sizler de biliyorsunuz. Genellemelerin tehlikesini bile bile “aslında hepimiz yaklaşık olarak bu dördünün iyi oranlarda karıştığı bir ilişkiyi istiyoruz” diyebiliriz.
Bunu çeşitli biçimlerde de günlük hayatımızda dile getiriyoruz. “Artık kardeş gibi olduk”, “Onu seviyorum ama öyle değil” gibi konuşmalarda libido neredeyse hiç yok. Hatta genellikle bu durumlarda gözümüz dışarıya kaymaya başlıyor. Gözümüzün peşinden gidersek aldatıyoruz. Aldatmanın verdiği suçlulukla iyiden iyiye sıkışıyoruz.
Ertesi gün telefonla aranmayı bekleyen sağlıklı kadın, aslında libidosunu yaşadığı adamın eros’unu, philia’sını ve agape’sini teyid etmek istiyor. Erkek de aslında bu dördünün var olduğu bir ilişkiyi vaadettiği için arıyor o kadını.
Oysa bize bir şeyler oldu. Arzu ettiğimiz şeyin derinliğinden korkar olduk.
Bastırılmış cinselliğimizin -üzerindeki örtüyü atıp- nevrotik saçmalıklarını aştık derken, aşktan korkar olduk. Tenimizin arzularını hissetmeye başladık, fakat bu kez de bedenimizi bir makine gibi kullanıp ana hislerimizi yaşayamaz olduk. (Makineler her şeyi yapabilirler ama hissedemezler.) Umursamazlığı, kayıtsızlığı, arzu etmeyişi, heyecansızlığı ‘cool’ bulmaya başladık. Derin ve yüksek olan insanî hisleri ‘ezik’lik olarak görmeye başladık. Bedenlerimiz özgürleşirken ruhlarımız buna eşlik etmedi. Erotik diye tarif ettiğimiz şeyler aslında erotik değil. Eros’u libido’ya kurban ettik bu kez de.
Anne ve babalarımız seksin olmadığı bir aşkı aradılar, aramak zorunda kaldılar. Biz ise aşkın olmadığı bir seksin içinde kavrulmaya başladık. Onlar seksten korktular, biz aşktan korkuyoruz. Aşkı bir istilâ gibi yaşıyoruz. O istilâdan korkuyoruz. Libidomuzu erostan kaçışın bir aracı olarak kullanıyoruz. Ötekine uzanmayan, diğerine karışmayan, -iç sıkıntısını bastırmak için yapılan mastürbasyonlar gibi- diğerinde erimeyen sevişmeler yaşıyoruz.
Aşkın bu dört yönünü birden isterken karşımızdakine bu isteğimizi söylemekten utanıyoruz. Sevişmekten utanmadığımız birine bunu söylemekten çok utanıyoruz! Ruhumuzun çıplaklığını paylaşamıyoruz. Ve o örtük ruhumuzu geçici olarak rahatlatmak için bedenimizi soyup sevişiyoruz.
Bir zamanlar sadece dizgini olan atın şimdilerde dizginlerini boşalttık. Elimizdeki kırbacı şaklatıyoruz bedenine. Onu koşturmayı başardık, oysa dikey düzlemdeki şahlanma isteğini tümüyle unuttuk. Dahası onun hâlâ üstündeyiz. Onun kendisi olmayı, onunla bir bütün olmayı başardığımızda ne dizgin ne kırbaç kalacak. Bunun tek yolu ise bir istila gibi yaşadığımız aşk. Aşk ise kendinden vazgeçenin olabileceği, ‘bir başkası’nın kalmadığı bir bütünlük durumu. Bizi ancak bir başkası istilâ edebilir…
cem mumcu, Kendine Bakma Kitabı‘ndan