KASIM 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

About 2 years ago

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Haz    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  
YAZILAR

 

Edebiyat kendini tekmeleyen bir edepsiz at mıdır? Öyledir çünkü acıya bulaşmıştır, acıya değmiş, acının içine girmiş, kendine acı dolamıştır. Derdi budur biraz da. Derdi dertsizlik yalanına son noktayı koymak için sürü sepet söylemektir biraz da. Önce içine bakar olan biten acıyı görmek için. Bakarken gözleri de acır ve eklenir gördüğü acısına bu da. Acıya bakmak için daha da çok acıtır baktığı yeri, bakan yerini ve bakma  biçimini. Çünkü bulacak ve itiraf edecektir acısını. Bilir ki kendine itirafla başlar iktidarla savaşı. O iktidar en çok kendindedir, önce onun ezmeli kafasını… Ki sonra ancak dışındaki iktidarın topuna, güllesine, cezasına, acı veren belasına bakıp gülümseyebilsin umarsızca. Acı iktidarsızlıktır. İktidar-sızlıktan başka hiçbir güç iktidarın karşısında direnme iktidarına sahip değildir çünkü. İktidar-sızlık başkadır iktidarsızlıktan. Asıl bela acısız kalmak, olan acıyı görmemektir. Kalem bir bıçağa döner ve keser ve yarar derinlere ulaşmak için ve keskindir ucu. Kepçe dibe daldırılır ve acının sözcükleri yukarı çekilir. Ondandır ki surete ve kağıdın gövdesine bulaşır acı ve görünür bakması bilenlerce…

Bilgiye çelme takılacak düşürülecek sonra. Diz miz kanayacak. Acının acı verme bilgisi öldürülürse acı kalmaz çünkü. Ama ağrısızlık, acısızlık, bunların olmayışı değildir. Tersine olurluğuna, olması gerekirliğine bırakmaktır söz konusu ve sözün konusu olan… Acıyla karşılaşanın, bulaşanın, yüzleşenin, kabul diyenin, onu çekenin nihai acısızlığı… Acılar içinde acı-sızlık… Tahammül değil, tahammülün anlamsızlığı ve gereksizliği. Çarenin aslında olmadığına giden bilgi. Aşkın, acının, kaybın, ölümün gerçekliğine ve kabulüne giden yol.

Afred De Musset “ insan çıraksa ağrı onun ustasıdır” diyordu. Söz ettiği ağrı mı yoksa acı mıdır? Çünkü ağrı daha çok fizikseldir, acı ise ruhsal. Ama ikisi birbirinin içine geçer çoğu zaman. Acı ağrıyı davet eder ki somut bir neden bulsun canının yanışına ve eliyle tutabilsin, tasma takabilsin boğazına. Nietzsche ağrısına isim verir, köpek der ona. Ve sanırım her gün gezdirir onu iç sokakları boyunca. Shakespeare, “diş ağrısına katlanan, katlanabilen filozof gelmedi hiç” diyor. Ama ekliyor onların ilahi bir tarzla çektikleri acıyı şansa ve tahammüle çevirdiklerini. Kant, dindirmeye çalışırken ağrısını hep başka konulara yoğunlaşmaya çalıştı. Konu neredeyse hep aynıydı. Ağrıyınca bedeni ve belki de ruhu Çiçero isminin çağrışımlarını sayardı kendi kendine. Yani aslında sözcük ve çağrışımlarla oynardı irade oyununu. Karen Blixen “öykünün içine koyunca tüm acılar katlanabilir hale gelir” derken yine aynı biçimde tutar acısını. Walter Scott, Esaias Tegnér ve Montaigne farklı tarzla yaşantıladılar ağrılarını, her bir diğer insanın yapacağı gibi. Ama bir ortak noktaya bağlandı acıları. Ölümü ve hayatı yeniden düşündüler.

Acı yaşayana özgüdür ve tabii ölüm de. Acı başka olasılıkların olası olduğu bir duruma yani hayata işaret eder. Oysa ölümdür bir tek, başka olasılıkların olası olmadığı durum. Bu yüzden acı canlılığı imler, yaşamın devam ettiğine dair işaretler sunar. Ama daha önemlisi yaşamın içinde ölümü ve kaybı haber verir. Tüm olasılıkların tükendiği yere (ölüm) çevirerek gözlerimizi olasılıkların devam ettiği durumun (yaşam) tüm olasılıklarını görmemize yardım eder. Acı bize hayat içi küçük bir kayıp adası sunar ki denizi tümden kulaçlamayı unutmayalım.

Sokrates’e seni ölüme mahkum ettiler dendiğinde “doğa da onları” demişti. İktidara karşı iktidarını, acı ve ölüm karşısındaki kabullenişinden alıyordu. Acı çekerken acı çekmeyeni hangi acıyla cezalandırıp sindirebilirsiniz ki? Epiktetos bacaklarını zincirlerle döndürüp burkarlarken gülümseyerek “biraz daha çevirirseniz kırılacak” diye haber vermişti sadece onu yolundan çevirmeye çalışanlara. Edebiyat bundandır hiç bırakmak istemez acıyı elden ve düşürmek istemez dilinden.

 

cem mumcu, Kitap-lık, Hayat Kırıklığı

I.

Sıradan sayılabilecek bir Hollywood filminde cennetten cehenneme doğru giden bir ırmak vardı. Aynı ırmak tersine doğru da gidiyor muydu? Hatırlamıyorum, zaten iki zıt yöne birden akan ırmak hiç görmedim. Dikkatimi çeken temel durum ırmağın her iki kıyısının boylu boyunca  devasa kütüphanelerle çevrili olmasıydı. İzlerken metafora hiç dikkat etmemiştim. Ben elma şekeri görüp ağzı sulanan bir çocuk gibi bu sınırsız kütüphanenin büyüklüğüne takılıp büyülenmiştim. Akşam eve geldiğimde cehenneme giden yolda kitapların olduğunu fark edip gülmüştüm kendi kendime. Tabii o kadar geç anlamıştım ki, ırmakta ilerleyen sandalın içindekilerden biri ben olsam çoktan cehennemi boylamıştım ve hatta yıllardır boyluyordum da… Zaten hangi delilik kendi akışının önüne geçebilir ki? Geçse delilik mi olur?

Nasreddin Hoca damdan düşünce “bana damdan düşen birini bulun” demiş ya, ben de bizatihi  kendim deli olduğum için size daha kolay anlatacağım tırlatmanın enini boyunu, sayfa sayısını, fontunu, mürekkebini ve kaç baskı tırlatılabileceğini. Ve tüm deliler gibi benden daha delileri görünce nasıl rahatladığımı ve “yok canım ben gayet normalim” dediğimi. Benden daha delisi bizzat bana hastalıklı kanı genetik, sosyal ve bilumum açıdan bulaştıran adamdı: Ahmet Yaşar Mumcu. Babamdı, geçen yılın kasımında gitti. Giderken sağ yanında dört, sol yanında iki cilt kitap vardı. Her zamanki gibi hepsi muntazaman yerleştirilmişti. Hatta kalp sekteyi ilk yediğinde ciltlerden birini okumaktaymış yattığı yerde, anama dönüp elindeki kitabı da vermiş, “belki gideriz şunları düzeltelim” demiş. Ben yetişemediğimde dörtlü bloğun üstünde not almak ve alt çizmek için kullandığı kalem çapraz duruyor ve ucu onun kapalı gözlerini işaret ediyordu.

Gitmeden iki gün önce beni ziyarete gelmiş, Pervititch Haritaları’nı görmüş, “bundan nerede buluruz? diye sormuştu. Dostum Mehmet (Ulusel) de gözlerinden deli olduğunu anlamış muzipçe gülerek “ben size bulurum Ahmet Amca” demişti. Mehmet hemen nasıl mı anladı? Onlar tımarhanede karşılaşan ve yıllardır tanışıyorlarmış gibi enseye tokat olan iki deli gibiler de ondan. Aynı hastalığa duçar olmuş iki deli üstelik. Babam gittikten sonra “ulan şu kitabı ona nasıl göndersek, bir giden bulsak götürür mü acaba?” diye de düşündük Mehmet’le. Bir deli ölünce akıllanır diye bir kayıt yok literatürde, olasılıkla ölüsü de delidir babamın. Hatta ırmak boyu kütüphanenin büyüsüne kapılmıştır. “Siz cenneti hak ettiniz niye o tarafa gidiyorsunuz diyen meleklere” “cennet bu taraf” diye itiraz ediyordur.

Babama göre o biblioman falan değildi. Çıkış noktası da philia ile mania ayrımıydı. O olsa olsa kitap severdi. Hızlı hızlı bunu anlattıktan sonra da on binlerce cilt kitabı eve, yatak odasına, salona mutfağa, ofisine, sonra bir ikinci eve ben yığmışım gibi suratıma bakar ve niye deli olmadığını ispat için şu anekdotu düşerdi: “Bibliyomanyak bir manyak bir kitabın birinci baskısından on ikinci ve son baskısına kadar tüm baskılarını alır. Oysa ben öyle miyim? Yeni çıkan baskıyı inceler, farklarını not eder veya farklı kısımların fotokopisini çektirir eski baskısının arasına koyarım!” Çocuktum, açık noktaları bilmiyordum. Mesela “tüm baskıların çıkışını nereden haber alıyorsun? Niye bütün kitapçılar babamın annesinden doğmuşçasına babamın kardeşleri, benim amcam gibiler? Babam niye bir yeri tarif ederken bölgedeki kitapçıları mihenk taşı olarak kabul ediyor?” Dahası var, akademik çalışma isteği nedeniyle özel çalışmaktan vazgeçip üniversiteye geçtiğinde iki kuruş maaşa talim etmeye başlamıştı. Yaklaşık on beş günlük bir dönem hatırlıyorum. “Babama ne oldu?” diye üzüldüğümüz o günlerin sonunda anamın gelinlik çeyizinden kalma bilezikleri bozdurup babamın isteyip de alamadığı kitapların alındığı gün alnının ortasında parlayan ışığın anlamını ona ölmeden önce hiç sormadım.

Burada ilk kez ifşa edeyim ki benim oidipal çatışmamın temel nesnesi de kitaptı. Şimdi neden kitap delisi, neden yazar hatta yayıncı olduğumun tüm şifresini hepinizin huzurunda açıyorum. Babamla girdiğim erkeklik yarışının nesnesi bedenimin uzantısı değildi! Beni tokatladığında kitap istediğim için değil kıskançlık yaptığım için bunu yaptığını söylemişti. Ama aslı belki de her ikisiydi. Bu meseleyi kesin ve net olarak okuyabileceğiniz ve sıkça tekrarlanan bir durumu anlatayım.

Onun kütüphanesinde olmadığını (en azından henüz ve halihazırda) bildiğim ve bulunması çok zor bir kitap buluyorum. O gün sevgilimle buluşup doğrudan bir tatmine uçabilirim. Öyle yapmıyorum, daha büyük bir tatmin var. Eve erken gidiyorum, yani ondan önce. Girişteki vestiyerin önündeki rafa nadir ve nadide kitabı sanki unutmuşçasına bırakıyorum. Kapı çalıyor, yakınlarda bir yerlerde, konuşulanları duyabileceğim bir mesafede pusuya yatıyorum. Ahmet Yaşar Bey içeri giriyor ve kitaba takılıyor. Benden dokuz yaş küçük kardeşimi çağırıyor acilen. Fısıltıyla “Cüneyt bu kitap kimin?” diye soruyor. Önceden hazırlanmış Cüneyt cevabı tam da istediğim gibi kesin, net ve umursamaz bir görüntüyle yapıştırıyor: “abimin”… Peder beyin sesi iyice fısıltıya dönüyor ve o muhteşem cümle geliyor: “Benim sorduğumu söyleme, sor bakalım nereden bulmuş”

Şimdi hain evlat diye beni suçluyor olabilirsiniz. Ama kitaplarını okumak istediğimde ancak oldukları mekanda buna izin veren, asla dışarıya çıkartmayan bu adama bir keresinde “ne yani benden daha mı önemli yani kitapların?” diye sormuştum. Ne dedi biliyor musunuz? “Sen yokken onlar vardı” dedi. Vefasında haklıydı, büyüyünce anladım. Şimdi kitapları var, O yok ve ben o kitapları yine yerinden oynatamıyorum. Bana bıraktığı bu şifasız hastalıkla öylece kalakaldım.

II.

Şimdi özel ve öznel yaşantım dışında bibliyomanikler hakkında yaptığım hiç de bilimsel olmayan araştırmalarımın sonuçlarından söz etmek istiyorum! Bibliyomani bir patoloji olarak ele alındığında türdeş olmayan, geniş bir yelpazeye yayılmış heterojen bir grup olarak ele alınmalıdır. Birbirine uzaklı yakınlı duran farklı haller, farklı manyaklıklar, farklı sorunlar, farklı meraklar, farklı heyecanlar ve farklı belalar… Bu geniş yelpazeden sadece iki ana örneği daha yakından incelemekle yetineceğim.

Bir grup bibliyomanik kitap okumaz ya da pek okumaz. Onların kitapla ilişkisi bir fetiş nesnesi gibidir. Fetişizm tanımı gereği asıl konum ve asıl hedefinden şaşmış, sapmış bir yapıyı barındırır. Çorap fetişisti bir adamın çoraplı bir cinsel eşle değil doğrudan çorapla ilişkisi ön plandadır. Burada da kitap, okuma eyleminden bağımsızlaşmış bir nesnedir. Bu grubun sahip olma arzusu diğerlerinden daha da fazladır. Hele söz konusu kitap çok az sayıda varsa, imzalıysa, ilk baskıysa, çok eskiyse sahip olmaya dair dürtü daha da abartılı bir hal alır. Bu grubun üyeleri nadide bir hareme sahip aseksüel bir erkek gibidirler. Yine bu grubun bir alt grubu vardır ki onlar aynı haremi bir gün kullanacağım düşüncesiyle toplarlar. Ama toplama eyleminin yaşamlarında kapladığı zamansal yoğunluk o denli fazladır ki buna hiçbir zaman vakit bulamazlar. Çok nadiren benzer manyaklığı olan bir dostlarına haremlerinin ne kadar büyük ve özel olduğunu gösterme gereksinimi duydukları teşhirci bir manyaklığa meyletmek de onları çok mutlu eder.

İkinci grup aynı zamanda okuyan gruptur. Kendime yakın bulduğumdan, en az  onları hasta bulmuşumdur hep. Ama bu grubun  da, bir insanın okumayı ömrüne sığdıramayacağı kadar abartılı sayıda kitabı vardır. Genellikle aynı anda bir çok kitabı birlikte okurlar veya karıştırırlar veya ellerler. Halihazırda bakmak istedikleri kitapları gözden kaçmasın diye göz önünde tutmak istediklerinden evleri genellikle dağınıktır. Kendilerine geniş ve mükellef bir ziyafet sofrası kurmuş olmalarına rağmen gözleri yandaki masadaki tek çeşitlik öğle yemeğine takılıdır. Otobüste kitap okuyan birini görseler kitabın ne olduğunu görmek için şekilden şekle girerler. Kendilerinde varsa rahatlarlar, yoksa otobüsten acilen inip ilk kitapçıda alırlar soluğu. Şehvetin dozu sürekli artar. Hem kitap almak, hem okumak, çıkacak kitapları beklemek, kitapçıya gidip kaçırdığım bir şey var mı diye bakınmak genel özellikleridir. Sık gittikleri kitapçılar olmakla birlikte arada kalmış bir kitapçıya da hemen girerler. Aslında kırtasiyeci olan ama çok az miktarda kitap satan bir dükkana da zorlantı şeklinde girerler ki orada da kaçırdıkları bir şeyler kalmasın. Ve onlar bilirler ki farklı rafları, farklı dizilimleri olan kitapçılar sık uğrak yerleri olanlardan başka bir dikkat gerektirdiğinden oralara da girilmelidir. Bu grup bir öncekine göre daha sosyaldir. Kendine benzeyen manyaklarla arkadaşlık kurmayı severler. Birbirlerinin evlerine giderler ve aslında hep aynı konuda sohbet ederler. Ama konuşma esnasında, misafir olan bir yandan söylenenlere kulak verirken, dikkati sürekli ev sahibinin kitaplarına takılı kalır. Bazen bu nedenle konuyu kaçırır.

Tüm gruplarda arada bir hırsızlık yapanlar vardır. Onları şiddetle lanetliyorum ve hepinizi de lanetlemeye çağırıyorum. Özellikle kendi gibi hasta birine bunu yapmayı asla affetmiyorum. Bibliyomanyaklıkla ilgisi olmayan bir normalin kitabını aşırmaya genellikle gerek kalmaz; istersin ve verirler çoğunlukla. Evet, belki vermezse olabilir…

III.

Öğrenciydim, fakirdim, parasızdım. Üç parça bekâr eşyamı ve kitaplarımı bir şehirden başka şehre en ucuza nasıl taşırım diye düşünürken, kendimi kamyonların yüklendiği ambarda buldum. Durumumu anlattım, kamyon şoförleriyle keyifli bir muhabbet kurduk. Sanırım beni ‘okumuş çocuk’ falan diye de azıcık önemsediler. Ve içlerinden biri eşyamı aldı kamyonuna. Ve birlikte o gece yola çıktık. Yol uzundu, kamyon ağır. Yavaştık. Kamyonun karanlık kabinine yola vuran cılız farların ışığı yansıyordu hafifçe. Sohbet ediyorduk. Bu hayatın ne zor olduğunu, çoluktan çocuktan, anadan babadan, dosttan uzak kalmanın acısını anlatıyordu. Hüzün hakimdi yarı karanlık yüzüne. Ama acının tam yanı başında duran hazzı da görmüştüm yüzünde. Neydi ki bu denli sıkıntıyı taçlandıran gizli keyif? “Çok zengin olsan ne yapardın” diye sordum. Ve anında gözlerini hızla yoldan ayırıp bana çevirdi ve şehvetle şu cevabı verdi: “Tır alırdım” O zaman kitap manyaklığı dışında başka bir tutkusal manyaklığı görmüştüm onun yüzünde.

Bazen hayallerime bakıyorum da aslında hepsinin bir sözcüğe indirgenebileceğini şaşkınlıkla gözlüyorum: Kitap…

Böyle işte… Cehenneme kadar yolumuz var…

cem mumcu, Hayat Kırıklığı

 

 

 

 

 

 

 

böyle bakınca “kendi”nden daha kör edici ne var?

böyle durunca “kendi”nden daha felç edici kim var?

cem mumcu

S. : Cem bey merhaba. Umarım bu mesajım size ulaşır. Kitap yazmayı çok istiyorum. Kendime de güveniyorum, becerebilirim. Bu konuda sizden yardım almak istiyorum. Okuyanus ’ ta yazar olmak için ne yapmam gerekir ? Belirli bir ücret ödememiz gerekir mi? (Bazı yayınevleri basım parası istiyor onun için sordum) Anladığım kadarıyla hani çok fazla edebi yazmak gerekmiyor. Açıkçası öyle de yazamam zaten. Ama okunacak bir kitap yazabilirim. Şimdiden ilginize çok teşekkür ederim. İyi akşamlar dilerim.

Cem Mumcu: Okuyan Us bir matbaa değil S… bey. Yayınevleri söylediğinizin aksine yazarlarına telif öderler. Ama bir yayıneviyle de sizin kurduğunuz cinsten bir iletişim kurulmaz. Bir metnin kitap olup olmaması başka birşeydir; edebi olup olmadığı tamamen başka bir konudur. Salatalık yetişitrme konusunda yazılmış bir kitap da kitaptır. Yayınlanmaya değer olup olmadığı önemlidir bir metnin. Ama ortada yazdığı bir metin, dosya vs olmadan “Anladığım kadarıyla hani çok fazla edebi yazmak gerekmiyor.” gibi bir saptamayla; “okunacak bir kitap yazabilirim” diye bir yayınevinin genel yayın yönetmenine daha da önemlisi bir yazara mesaj atmak nasıl birşeydir anlamış değilim doğrusu. Şimdilerde sizin gibi “yazar” olmak için yazanlara hizmet eden selfpublishing diye bir durum (!?) oluştu. Bunlara yayınevi diyemeyeceğim ama parasını veren herkesin kitabını “yapıyor”lar. Onlardan birine aynı mesajı atarsanız olumlu bir yanıt almamanız için hiçbir neden yok. Çünkü onlara göre siz bir yazar değil bir müşterisiniz. İnsanlar yazdıkları için yazar olurlar; yazar olmak için yazmazlar.

Saygılarımla

cem mumcu

Şöyle bir şey yapalım mı? “Sorsak Ne İyi Olur Soruları” diye bir laf edelim. Alt alta benim aklıma gelenleri yazayım. Dileyenler soruları, sorularını düşünsünler, altına eklesinler; daha da ileri gidip kimisi de bana yazsın. Belki sonra bazılarına cevap da yazarız. Ama aslolan cevapları değil. Ana mesele: “keşke sorsak, niye sormuyoruz?” Çünkü birileri hep bize soru sormayı değil, sormadığımız soruların sonuçlarına çözüm aramayı dayattı. Değişmek isteyenler hemen çözümü aramaya yöneltildiler.

Hadi başlayalım:

Birine öfkelendiğimizde aslında “ne” ye öfkeli olduğumuzu sorsak.

Birine öfkelendiğimizde aslında “niye” öfkeli olduğumuzu sorsak.

Yaptığımız eylemlerin ne kadarını gerçekten hissettiklerimiz ve düşündüklerimiz nedeniyle yaptığımızı sorsak.

Yaptıklarımızın ne kadarını “-e göre” yaptığımızı sorsak.

Ve yine en çok “ne”ye göre yaptığımızı sorsak.

“Kim”e göre yaptığımızı sorsak.

“Kim” dediğimizin aslında kim olduğunu bir daha sorsak.

Yapmadıklarımızı da niye yapamadığımızı sorsak.

Yapmadıklarımızın ne kadarını aslında yapamadığımızı sorsak.

Kendi değerimizi neden kendimize değil başkalarına biçtirdiğimizi sorsak.

Başkalarına biçtirdiğimiz için kendi değerimize neden ulaşamadığımızı sorsak.

Başkalarını değersiz kılarak kendimizi neden değerli hissettiğimizi sorsak.

Onlara eklediğimiz eksinin bize nasıl olup da artı olarak eklendiğini sandığımızı sorsak.

Korktuklarımıza bakıp aslında neden ve “ne”yden korktuğumuzu sorsak.

Arzularımıza bakıp aslında “ne”yi, niye arzuladığımızı sorsak.

Neden saklandığımızı ve “ne”yden saklandığımızı sorsak.

Neden soyunduğumuzu ve “ne”ye soyunduğumuzu sorsak.

Neden bu marka otomobil kullandığımızı veya o markayı arzu ettiğimizi sorsak.

Aslında kim olmak istediğimizi sorsak.

Neden “O” olmak istediğimizi sorsak.

Olmak istediğimize uygun yolda mı ilerliyoruz, diye sorsak.

Olmak istediğimize uygun araçlar mı kullanıyoruz, diye sorsak.

Olmak istediğimiz yere giden bir yola koyulmuş muyuz acaba, diye sorsak.

Değişsin istediğimiz şeylerin niye değişmelerini istediğimizi sorsak.

Onların ne kadarının asıl istediğimiz şeye ulaşmamız için gerekli olduğunu sorsak.

Başımıza gelenlerin neden geldiğini sorsak.

Neden bizim başımıza geldiğini sorsak.

Başımıza aslında ne geldiğini sorsak.

Başımıza mı geliyor, biz mi başımızı oraya götürüyoruz diye sorsak.

“Baş”ımız nerede diye sorsak.

Beklentilerimizi neden bekliyoruz diye sorsak.

Onlar mı bize gelir, biz mi onlara gitmeliyiz diye sorsak.

Boşluklardan, beklemelerden, sessizlikten neden rahatsız olduğumuzu sorsak.

Boşluklar olmadan doluluk olabilir mi diye sorsak.

Öteki diye tarif edip dışladıklarımıza, nefret ettiklerimize bakıp aslında neden öyle hissettiğimize baksak.

Onlara neden “onlar” dediğimizi sorsak.

Onları “onlar” yapanın kim olduğunu sorsak.

Ve o “kim”in ne kadarının kendimiz olduğunu sorsak.

Yedi ölümcül günahtan hangisini en çok işlediğimizi kendimize sorsak.

Yedi ölümcül günahtan toplum olarak en çok hangisi ile derdimiz olduğunu sorsak.

Günah dediğimiz şeyin aslında kime karşı işlenen bir şey olduğunu sorsak.

Eğer Allah’a veya başka bir şeye inanıyorsak onu neden sevmek yerine ondan korktuğumuzu sorsak.

O denli yüce bulduğumuz şeyin nasıl bizim günahlarımızla azalıp, bizim sevaplarımızla çoğalacağını sandığımızı sorsak.

İbadet ediyor ya da sevap işlemeye gayret gösteriyorsak aslında bunu ne için, kim için yaptığımızı sorsak.

Normal ne diye sorsak.

Anormal ne diye sorsak.

Bunların tanımlarını, tanımlayıcılarını, zaman içindeki değişimlerinin nedenlerini sorsak.

Neden hem kayıptan hem de kaybetme özgürlüğümüzü kaybetmekten korktuğumuzu sorsak.

Neden hem birlikte uyanmak istediğimiz birini arayıp hem de onu bulmaktan korktuğumuzu sorsak.

Neden taahhütten, söz vermekten, vaad etmekten bu kadar korktuğumuzu sorsak.

Bunların aslında ne anlama geldiğini sorsak. (ah bunu bir sorsak)

Neden hem bağlanmak isteyip hem de bağlanma ihtimalinden korkup kaçtığımızı sorsak.

Niye yaşadığımızı sorsak.

Nasıl yaşadığımızı sorsak.

Nasıl ölmek istediğimizi sorsak.

Neden ölümden korktuğumuzu sorsak.

Neden hem “son”lardan hem de sonun olmamasından korktuğumuzu sorsak.

Neden hep diğerlerine bakarken soru sorduğumuzu sorsak.

Belki de en çok niye kendimize soru sormadığımızı sorsak.

Bu yazıyı okurken, çözüm önerisi olmadığı için neden rahatsız olduğumuzu sorsak.

 

cem mumcu