ÜÇ GÜNLÜK DÜNYA EDEBİYATI
Bir manifesto
Buhranlar içinde kıvranan dünyanın yeni açılımlara en çok muhtaç olduğu bir dönemden geçiyoruz. Okur esrik, yazar tekinsiz. Yaşanmışlıklar epriyor, farkındalık hiç olmadığı kadar azalmış durumda..
.Şaka şaka. Öyle şeyler olduğu filan yok. Her şey normal. Hâlâ “yaşam eski zamanlarda daha iyiydi”ye inanıyoruz. Dünya her zamanki gibi sakin bir görev bilinciyle dönmeye devam ediyor. Ağaçlar, bulutlar, çöller, maymunlar ve akla gelen her şey bizi hiç umursamadan varlıklarını sürdürüyor. Kendisini -sırf yaşıyor diye- öncekilerden ve sonrakilerden daha özel zanneden biz bir grup insan ise, konjenital basiretsizliğimizden yola çıkarak dünyanın da buhran içinde kıvrandığına inanıyoruz. İçinden geçtiğimiz çağ diğerlerinden daha iyi ya da daha kötü değil. Telaşa mahal yok. Fakat tanıklık ettiğimiz bazı şeylerin kaydını tutmamızın da sakıncası yok.
Savaş görmemiş, devrim yaşamamış, işkence çekmemiş, hiç meydan okumamış ve hiç af dilememiş böyle bir ara nesilden bekleneceği üzere, “Üç Günlük Dünya Edebiyatı” basit bir konfor ihtiyacından doğdu.
*
Hepimiz sokakta oynadık. Çocukluktan çıkarken liberal ekonomiye geçtik, bir anda her şeyimiz oldu. Uzaktan kumandalı oyuncak otomobilleri de ilk kişisel bilgisayarları da biz kullandık. Liseyi okuduk. Telefonda sevgilinin babasıyla konuşmanın ne demek olduğunu yaşayarak geçtik. Tam mezun olurken cep telefonu geldi, mobil iletişimin en sakil günlerini de tattık. Muzır neşriyata bakarak da istimna ettik, üniversitedeyken tanıştığımız internet sayesinde monitöre bakarak da… İlk özel televizyon, canlı yayımlanan ilk savaş, ilk magazin programı, ilk UEFA şampiyonluğu, ilk Eurovision birinciliği hep bize denk geldi. Çok fazla uyarana, parazite ve gürültüye maruz kaldık. Hep “geçiş dönemi”nde sıkıştık, hep “gelişmekte olan ülke” vatandaşı olduk. Tarihi de anlamadık, geleceği de hayal edemedik. Katı olan her şey buharlaştı, tüm beklentilerimizi spekülasyonlar üzerine inşa ettik.
*
Genç değiliz. Yaşlı da değiliz. Tedirgin yaşamaya çok alışkınız. Kötü besleniyoruz, kötü yaşıyoruz, sportmen ruhluyuz ama spor yapmıyoruz. Taşralıyız ama her yer taşra olduğu için göze batmıyoruz. Kendimiz gibi olanları çok kolay ayırt ediyoruz ama kendimiz gibi olanlarla dahi çok zor kaynaşıyoruz. Çok az şeye inanıyoruz. Bize öyle öğrettikleri için başarısızlığı sevmiyoruz. Ama el yordamıyla kendi kendimize keşfettiğimiz üzere, başarıyı da sevmiyoruz. Sinik, alaycı ve huzursuzuz. Kişisel gelişime, spritüalizme, ezoterik galaktik bilgeliğe veya burçlara inanmıyoruz. Ne idüğü belirsiz insanlarız. İdüğümüzü arıyoruz.
Kendimizi ciddiye almadığımız için dünyadaki varlığımızın kaydını bugüne kadar tutmadık. Belki siz yardım edersiniz diyorduk, etmediniz. Bu nedenle biraz kıpırdanmak zorunda kaldık.
*
Bugün “çağdaş Türk edebiyatı” nedir sorusuna net bir yanıt verilemiyorsa, sorumluluğun biraz da bizde olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü çağdaş Türk edebiyatı biziz. Merhaba, çok memnun olduk. Biraz daha derli toplu hareket etmeye karar vermiş bulunuyoruz.
Bizi tarif eden şeylerin tümüne “Üç Günlük Dünya Edebiyatı” (akımı) adını verdik.
Biz hayatı gözleyerek değil, yaşayarak yazan yazarlarız. Katı prensiplerimiz ve yüce ülkülerimiz yok. Sık sık taviz veriyoruz ve açıkçası biraz eyvallahımız var. Mala mülke, şöhrete sahip değiliz. Hemen hepimiz başkaları adına işçilik yaptık, yapıyoruz. Ağdasızız, azıcık sinsiyiz, öfkeliyiz, vazgeçme sanatında ustayız, mağlubiyeti iyi biliriz, kırçıl ve absürdüz, önden rutubetliyiz; arkadan az ışık alırız, cereyanda kalmış, hor kullanılmışız, seks küspesi, gönül posasıyız, entelekti seviyoruz ama onu kutsamıyoruz, kutsallarımız var ama onları da kutsamıyoruz, kahrolasıcayız, boyu devrilesicesiyiz, yeraltından korkuyor, yerüstünde ise göze batmıyoruz, âşık olduklarımıza kolay açılıyor ama hemen açıklarda boğuluyoruz, bildiğimiz her sözcüğü her metinde kullanıyoruz, çünkü hiçbir sözcüğün hiçbir dile yabancı olmadığına inanıyoruz.
Bu manyakça yaşama göğüs germek tam otuz beş yıldır bizim işimiz.
*
“Üç Günlük Dünya Ebebiyatı” ile henüz seyircisi gelmemiş bir salonun ışıkları açılmamış sahnesine çıkmayı deniyoruz.
ÜÇ GÜNLÜK DÜNYA EDEBİYATI
Bir manifesto
Buhranlar içinde kıvranan dünyanın yeni açılımlara en çok muhtaç olduğu bir dönemden geçiyoruz. Okur esrik, yazar tekinsiz. Yaşanmışlıklar epriyor, farkındalık hiç olmadığı kadar azalmış durumda..
.Şaka şaka. Öyle şeyler olduğu filan yok. Her şey normal. Hâlâ “yaşam eski zamanlarda daha iyiydi”ye inanıyoruz. Dünya her zamanki gibi sakin bir görev bilinciyle dönmeye devam ediyor. Ağaçlar, bulutlar, çöller, maymunlar ve akla gelen her şey bizi hiç umursamadan varlıklarını sürdürüyor. Kendisini -sırf yaşıyor diye- öncekilerden ve sonrakilerden daha özel zanneden biz bir grup insan ise, konjenital basiretsizliğimizden yola çıkarak dünyanın da buhran içinde kıvrandığına inanıyoruz. İçinden geçtiğimiz çağ diğerlerinden daha iyi ya da daha kötü değil. Telaşa mahal yok. Fakat tanıklık ettiğimiz bazı şeylerin kaydını tutmamızın da sakıncası yok.
Savaş görmemiş, devrim yaşamamış, işkence çekmemiş, hiç meydan okumamış ve hiç af dilememiş böyle bir ara nesilden bekleneceği üzere, “Üç Günlük Dünya Edebiyatı” basit bir konfor ihtiyacından doğdu.
*
Hepimiz sokakta oynadık. Çocukluktan çıkarken liberal ekonomiye geçtik, bir anda her şeyimiz oldu. Uzaktan kumandalı oyuncak otomobilleri de ilk kişisel bilgisayarları da biz kullandık. Liseyi okuduk. Telefonda sevgilinin babasıyla konuşmanın ne demek olduğunu yaşayarak geçtik. Tam mezun olurken cep telefonu geldi, mobil iletişimin en sakil günlerini de tattık. Muzır neşriyata bakarak da istimna ettik, üniversitedeyken tanıştığımız internet sayesinde monitöre bakarak da… İlk özel televizyon, canlı yayımlanan ilk savaş, ilk magazin programı, ilk UEFA şampiyonluğu, ilk Eurovision birinciliği hep bize denk geldi. Çok fazla uyarana, parazite ve gürültüye maruz kaldık. Hep “geçiş dönemi”nde sıkıştık, hep “gelişmekte olan ülke” vatandaşı olduk. Tarihi de anlamadık, geleceği de hayal edemedik. Katı olan her şey buharlaştı, tüm beklentilerimizi spekülasyonlar üzerine inşa ettik.
*
Genç değiliz. Yaşlı da değiliz. Tedirgin yaşamaya çok alışkınız. Kötü besleniyoruz, kötü yaşıyoruz, sportmen ruhluyuz ama spor yapmıyoruz. Taşralıyız ama her yer taşra olduğu için göze batmıyoruz. Kendimiz gibi olanları çok kolay ayırt ediyoruz ama kendimiz gibi olanlarla dahi çok zor kaynaşıyoruz. Çok az şeye inanıyoruz. Bize öyle öğrettikleri için başarısızlığı sevmiyoruz. Ama el yordamıyla kendi kendimize keşfettiğimiz üzere, başarıyı da sevmiyoruz. Sinik, alaycı ve huzursuzuz. Kişisel gelişime, spritüalizme, ezoterik galaktik bilgeliğe veya burçlara inanmıyoruz. Ne idüğü belirsiz insanlarız. İdüğümüzü arıyoruz.
Kendimizi ciddiye almadığımız için dünyadaki varlığımızın kaydını bugüne kadar tutmadık. Belki siz yardım edersiniz diyorduk, etmediniz. Bu nedenle biraz kıpırdanmak zorunda kaldık.
*
Bugün “çağdaş Türk edebiyatı” nedir sorusuna net bir yanıt verilemiyorsa, sorumluluğun biraz da bizde olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü çağdaş Türk edebiyatı biziz. Merhaba, çok memnun olduk. Biraz daha derli toplu hareket etmeye karar vermiş bulunuyoruz.
Bizi tarif eden şeylerin tümüne “Üç Günlük Dünya Edebiyatı” (akımı) adını verdik.
Biz hayatı gözleyerek değil, yaşayarak yazan yazarlarız. Katı prensiplerimiz ve yüce ülkülerimiz yok. Sık sık taviz veriyoruz ve açıkçası biraz eyvallahımız var. Mala mülke, şöhrete sahip değiliz. Hemen hepimiz başkaları adına işçilik yaptık, yapıyoruz. Ağdasızız, azıcık sinsiyiz, öfkeliyiz, vazgeçme sanatında ustayız, mağlubiyeti iyi biliriz, kırçıl ve absürdüz, önden rutubetliyiz; arkadan az ışık alırız, cereyanda kalmış, hor kullanılmışız, seks küspesi, gönül posasıyız, entelekti seviyoruz ama onu kutsamıyoruz, kutsallarımız var ama onları da kutsamıyoruz, kahrolasıcayız, boyu devrilesicesiyiz, yeraltından korkuyor, yerüstünde ise göze batmıyoruz, âşık olduklarımıza kolay açılıyor ama hemen açıklarda boğuluyoruz, bildiğimiz her sözcüğü her metinde kullanıyoruz, çünkü hiçbir sözcüğün hiçbir dile yabancı olmadığına inanıyoruz.
Bu manyakça yaşama göğüs germek tam otuz beş yıldır bizim işimiz.
*
“Üç Günlük Dünya Ebebiyatı” ile henüz seyircisi gelmemiş bir salonun ışıkları açılmamış sahnesine çıkmayı deniyoruz.
böyle iki tane blogum var. bakın. severseniz, izleyin
İnsan, özünde zorlu bir hikayenin kahramanıdır. Ve yaralı da olsa, eksik de olsa, hata da yapsa kahramandır. Yoklukla malül bir varoluşun içinde olmanın ağır yükünü -hem de yokluğa doğru- taşıyan bu kahraman hikayesinin bir kısmını kendi yazar. Kendisinden önce yazılan kısmını yok sayamadığı için hikayeyi hem yazar hem de ona dahil olur. “Kendi”si olmayan ve şimdi olmayanı üzerinden atıp kendi yoluna düzülmekte zorlanır. Yaşamı anlamlandırmak ve hikayeyi “kendi”nin kılmak ister. Üstelik “eksik” başlamıştır ve uzun bir süre neredeyse çaresizdir. Ona tarif edilmiş kahramanla kendinin yaratacağı kahraman arasında hem büyük hem belalı bir mesafe vardır. Çoğu zaman olmak istediğini seçemez, bilemez bile.
İnsana bu yolda rehberlik edecek sağlam kuramlardan biridir Transaksiyonel Analiz. İyi kavranır, içselleştirilirse handiyse kişinin gerçekten de “kendi” hayatı olabilir. Ve hikayesinin hem kahramanı hem de yazarı olabilir. Dahası TA aslında kolaydır. İnsan içine iyi bir TA aynası yerleştirirse hem o “an”ı hem de “kendi”sini görebilir.
Thomas Harris’in “Transaksiyonel Analiz”i hem çok açık hem de kapsamlı biçimde ortaya koyduğu bu kitap için o ünlü klişeyi bu kez samimiyetle söylemek zorundayım: Bu kitap hayatınızı değiştirebilir. Daha doğru söylemek gerekirse bu kitabın elinize verdiği araçla hayatınızı kendinizin kılabilir ve hayatınızın hikayesini kendiniz yazabilirsiniz.
Mini dizi diyorlar sanırım böyle az bölümden oluşan dizilere. Toplam 3 bölümlük bir İngiliz dizisi Black Mirror. İzleyin diyeceğim, izleseniz çok iyi olur diyeceğim. Meselesi olan işlerde bir risk vardır: Mesaj kaygısı çıkar insanın karşısına. Halbuki sanat, meselesini öyle ortaya koymaz. Bu yüzden derdini bu tuzağa düşmeden anlatmak çok önemlidir. Black Mirror bunu fena halde becermiş. Önce kanı donduruyor sonra oturup düşündürtüyor. “Bir anlamda antiütopya” diyeceğim, diyemiyorum da. “İleride böyle olacak” diyeceğim de “oldu bile neredeyse” diye de ekleyeceğim. Sanki çok yakın bir geleceğin kabusu var bu dizide. Sanki fren mesafesi çoktan geçilmiş de çarpmadan önceki son görüntüleri izliyoruz.