KASIM 2024

Allah kimseye yaşatmasın bunu… twitter.com/i/web/status/1…

About 2 years ago

Mart 2012
P S Ç P C C P
« Şub   Nis »
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728293031  
Ay: Mart 2012

Herkes kendi meşrebince sever bir diğerini. İnsanoğlu varolduğu günden beri  öyle çok aşk yaşadı ki, sadece ben oturup yazmaya kalksam bildiklerimi, bitiremem bir ömür boyu. Ama yine de kaç çeşit sevebiliriz birbirimizi? Şeyleri anlamak için zaman zaman sınıflandırırız çünkü. Batı düşüncesi -doğuya göre- daha çok sever sınıflamayı, bölmeyi; o yüzden daha iyi anlar insan. Bu anlama zihinsel bir anlamadır gerçi. Yine de daha çok güven verir. Doğu, meseleyi zihnin ötesine de taşıdığı için daha zorludur. Çoğu,çoğu nüfuz edemez. Oysa doğuda “iç” ve “dış” bile kesin çizgilerle ayrılmaz. (Doctor Maximus’u okuyup anlamaya çalışanlar bilirler.)

Batı düşüncesinde aşkın temel anlamda dört çeşidi var. Basitçe anlatmak gerekirse ilki libido. Bu bildiğiniz seks ya da şehvet. Sonra eros geliyor. Bu yaratmaya ve üretmeye dönük ve daha yüksek ve derin biçimi aşkın. Sonra philia geliyor: Daha dostluğa, kardeşliğe yakın bir sevme biçimi. Ve agape: adanmış, karşılıksız, menfaatsiz sevgi.

İdeal olan, gerçek bir ilişki ve aşk deneyiminde bunların hepsinin olması. Libidonun tümüyle bastırılması veya agapenin hiç olmaması gibi durumların nelere yol açtığını aslında sizler de biliyorsunuz. Genellemelerin tehlikesini bile bile “aslında hepimiz yaklaşık olarak bu dördünün iyi oranlarda karıştığı bir ilişkiyi istiyoruz” diyebiliriz.

Bunu çeşitli biçimlerde de günlük hayatımızda dile getiriyoruz. “Artık kardeş gibi olduk”, “Onu seviyorum ama öyle değil” gibi konuşmalarda libido neredeyse hiç yok. Hatta genellikle bu durumlarda gözümüz dışarıya kaymaya başlıyor. Gözümüzün peşinden gidersek aldatıyoruz. Aldatmanın verdiği suçlulukla iyiden iyiye sıkışıyoruz.

Ertesi gün telefonla aranmayı bekleyen sağlıklı kadın, aslında libidosunu yaşadığı adamın eros’unu, philia’sını ve agape’sini teyid etmek istiyor. Erkek de aslında bu dördünün var olduğu bir ilişkiyi vaadettiği için arıyor o kadını.

Oysa bize bir şeyler oldu. Arzu ettiğimiz şeyin derinliğinden korkar olduk.

Bastırılmış cinselliğimizin -üzerindeki örtüyü atıp- nevrotik saçmalıklarını aştık derken, aşktan korkar olduk. Tenimizin arzularını hissetmeye başladık, fakat bu kez de bedenimizi bir makine gibi kullanıp ana hislerimizi yaşayamaz olduk. (Makineler her şeyi yapabilirler ama hissedemezler.) Umursamazlığı, kayıtsızlığı, arzu etmeyişi, heyecansızlığı ‘cool’ bulmaya başladık. Derin ve yüksek olan insanî hisleri ‘ezik’lik olarak görmeye başladık. Bedenlerimiz özgürleşirken ruhlarımız buna eşlik etmedi. Erotik diye tarif ettiğimiz şeyler aslında erotik değil. Eros’u libido’ya kurban ettik bu kez de.

Anne ve babalarımız seksin olmadığı bir aşkı aradılar, aramak zorunda kaldılar. Biz ise aşkın olmadığı bir seksin içinde kavrulmaya başladık. Onlar seksten korktular, biz aşktan korkuyoruz. Aşkı bir istilâ gibi yaşıyoruz. O istilâdan korkuyoruz. Libidomuzu erostan kaçışın bir aracı olarak kullanıyoruz. Ötekine uzanmayan, diğerine karışmayan, -iç sıkıntısını bastırmak için yapılan mastürbasyonlar gibi- diğerinde erimeyen sevişmeler yaşıyoruz.

Aşkın bu dört yönünü birden isterken karşımızdakine bu isteğimizi söylemekten utanıyoruz. Sevişmekten utanmadığımız birine bunu söylemekten çok utanıyoruz! Ruhumuzun çıplaklığını paylaşamıyoruz. Ve o örtük ruhumuzu geçici olarak rahatlatmak için bedenimizi soyup sevişiyoruz.

Bir zamanlar sadece dizgini olan atın şimdilerde dizginlerini boşalttık. Elimizdeki kırbacı şaklatıyoruz bedenine. Onu koşturmayı başardık, oysa dikey düzlemdeki şahlanma isteğini tümüyle unuttuk. Dahası onun hâlâ üstündeyiz. Onun kendisi olmayı, onunla bir bütün olmayı başardığımızda ne dizgin ne kırbaç kalacak. Bunun tek yolu ise bir istila gibi yaşadığımız aşk. Aşk ise kendinden vazgeçenin olabileceği, ‘bir başkası’nın kalmadığı bir bütünlük durumu. Bizi ancak bir başkası istilâ edebilir…

 

 

 

Kediye bir isim koymak lazımdı. Kedi, kediden başka her şeye benziyordu ve kedi kediden başka hiçbir şeye benzemiyordu. Tıpkı senin gibi… İşte bu yüzden bir isim vermek çok güçtü… Ona ‘Öte’ ismini verdim. Çünkü onda, gördüğümden çok daha fazlasının, çok daha ötesinin olduğunu görmüştüm. Daha doğrusu gördüğümü sanmıştım. Yani inanmıştım. İnanmaktan başka bir sözcük karşılayabilir mi halimi? Vehmetmek de diyebilirim. Dersem azalır mısın? Seni çoğaltan, seni sen yapan, seni sen sanan bensem eğer, fark eder mi ki? Zaten aşk dediğin, onu ‘O’ sanmak, ondan ‘O’ na ulaşmak, onu ‘O’ yapmak değil mi? Kendinin ötesinde bir öteye uzanmak değil mi?

Ama niye kimse düşemiyor artık aşka? Herkes aslında ‘O’nu ararken niye bir akşamda tükeniveriyor öteye uzanma ihtimali? Nasıl oluyor da bir gecede bitiyor bütün vehmedişlerimiz? Neden bir insan ‘tek’inde ihtimali kazıp çıkarmak yerine çok insanda ihtimaller arıyoruz? Yoksa ihtimallerin çokluğu mu ihtimali daraltan? Çokluk mu bizi yokluğa mahkum kılan? Çoklukta tekliği bulabilir miyiz? Derinlerde veya tepelerde aradığımızı, ancak dalarak veya uçarak bulabileceğimizi bize unutturan ne? Yatay düzlemin geniş ve sınırsız gibi görünen yüzeyinde rastgeldiğimiz olasılıkların çokluğu mu yoksa? Hepimiz ‘O’nu ararken neden kimse kimseye ‘O’ olamıyor? “Bu da O değil,” dedikçe, bir başka ‘O’ olma olasılığını kolaylıkla bulup, onu da tüketebildiğimiz için mi? Hepimiz hepimize birbirimizi tüketme fırsatını kolayca verdiğimiz için mi? Yenisini kolayca bulup, kolayca aldığımız için hiç emek vermediğimiz bir eşya gibi ya da sadece kapağına bakıp hiç okumadığımız; ama sırf bu yüzden içindeki olasılıkları görmediğimiz, göremediğimiz, -belki de yaşamın sırrını anlatan bir kelimeyi- gözden kaçırdığımız bir kitap gibi…  Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ve sonsuza kadar akacağını düşündüğümüz bu su, bizim dibi delik kovamızı doldurabilir mi?

Oysa seni bulmanın, senin ‘O’ olmanın yolu sende durmayı, sende beklemeyi, sende terlemeyi, sende uçmayı, sende boğulmayı istiyor. Seni benden başka kimse, beni de senden başka kimse ‘O’ kılamaz çünkü.

Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana birşey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi, seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum. Anahtarı ikimizde de olan bu kelepçenin bizi bağlamasını isteyişimizi, kelepçenin şakırtısını duymayınca ikimizin de gözlerinde beliren korkuyu seviyorum.

Kediye ‘Öte’ ismini koydum. Onu yaşamla ölümün, özgürlükle mahkumiyetin, bilinenle bilinmeyenin, çoklukla tekliğin, gitmelerle kalmaların tam arasında gördüm. Hem cesurdu hem de tedirgin. Seçim yapması gerekti çünkü. Seçmek özgür olmak demekti. Özgürlük ise zor işti. Sorumluluk demekti çünkü. Başka bir ihtimal yokken seçmek yoktu. Oysa bir ikincisi bile çıkması ihtimallerin seçmek demekti artık. Üç şey yapabilirdi güzeller güzeli ‘Öte’ cik… Bunlardan ikisi onu  öyle ya da böyle mutlu ederdi. Üçüncüsü onu mutsuz kılacak tek seçenekti.  Benimle gelmek veya orada kalmaktı yapabileceği iki şey. Üçüncüsü tam orta yerde beklemesi olurdu. Benimle gelse orada yaşayacaklarını, orada kalsa benimle yaşayacaklarını kaçıracaktı; ya da benimle gelse beraber yaşayacaklarımızı, kalsa orada yaşayacaklarını kazanacaktı. Ama her ikisini de yapmayıp tam yol ayrımında bekleseydi, sadece bekleyecekti. Hangisinin daha iyi bir fırsat, hangisinin daha iyi bir ihtimal olduğuna bir türlü karar veremediği için bekleyen ya da o kavşakta ayak üstü sevişenler gibi… Ya şunu kaçırırsam diye her gün sevişip aslında kimseyle gerçekten sevişmeyen, sevişmeleri asla kovalarını doldurmayanlar gibi… Herkesin, herkesin içine girdiğini sanırken; kimsenin, kimsenin içine girmediği giremediği o bomboş sevişmeler gibi. Yolların çokluğundan kararsız kalıp oradan dönme özgürlüklerini görmedikleri için korkarak kavşakta bekleyen, seçecekleri bir yolda görecekleri binlerce güzelliği kaçıran ya da o yolun devamındaki binlerce yeni ihtimali ıskalayanlar gibi… O ‘ıssız’ denen korkak ‘adam’lar ve o korkak kadınlar gibi…

Kedi, beni tercih etmese de ‘Öte’ ismini hak etti…